Bağışlamak
Yazar Ramazan Uslu • Psikolog • 15 Mayıs 2020 • Yorumlar:
İnsan küçücük, dünyadan habersiz olarak biçare ve zavallı olarak doğar. Ama oysa bütün âlemi içine alabilecek ve yeryüzüne halife-tanık-şahit olabilme yeteneği ile donatılmış olarak yaratılmıştır. Dünyaya gözünü açmasından itibaren, daha farkına bile varmadığı, aklının göremediği ama istidat-kabiliyet gözünün çok iyi gördüğü kemaline, mükemmelliğine doğru ilerlemeye başlar. Hem de ne başlangıç… Her kemale karşı duyulan iştiyakın, arzunun insana layık olan haliyle beliren bir inkişaf, bir ilerleyiş belki bir yüceliş…
Fıtri süreç içinde o küçük çocuk büyümektedir ve büyürken insan olmanın gereklerini yerine getirmektedir; farkına varmasa bile. İnsan olmanın bir gereği gibi, önümüzde duran, “hata yapma hürriyetini” kullanır insan büyüdükçe. Oysa mükemmelliğe istidat gözünü dikmiş olan insan, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı her ‘hata’da derin yaralar almaktadır. Zaman içinde, benliği kusursuzluk – kusur/hata ikilemi arasında kalakalır. Sonrası hepimizin yakından bildiği derin iç çekişmeler, bitmeyen iç çatışmalar, huzursuzluk, sıkıntı, heyecan-kaygı ve karanlık, karamsar, ümitsiz bir ruh hali… İnsana Yaratıcısı, İmam-ı Gazali’ye göre, Rububiyet sıfatları da verdiği için, insan benliği gerçek mahiyetini unutup, Rab gibi, kendini kusursuz, hatasız, günahsız görmeye, hissetmeye başladığında, inkâr edemediği hataları belirir durur içinde. Çünkü “biz neyin fücur neyin takva olduğunu ilham ettik” buyurur Rab Teâlâ. Ama bir taraftan da insan inanılmaz bir gayretle inkâra çalışmakta, yok saymaktadır hatalarını. Bilinç düzeyinde, hayatı boyunca öğrendikleriyle doğru orantılı olarak kabullenmektedir kişi hatalarını ve tövbe etmektedir devamlı diliyle. Oysa bu kabulün sadece bilinç değil, bilinçdışı seviyesinde de, yani bütün benliği ve kalbiyle olması, bu dertten kurtarmaya hizmet edebilir kişiyi. Bitmeyen iç çatışmaların derdinden… Oysa “çekişmeyiniz…” diye emreder, Allah Teâlâ Kuran’da.
Oysa yapılacak şey, kendini var olan hatalarıyla birlikte kabullenmektir. Belki bir başka ifadeyle kendi kendini affedebilmektir. Affetmek… Yani, hata yapabilirliğini kabullenmek… Hani kimi zaman derin bir öfke besleriz içimizde birine; güya bizi kızdırdı diye. Affetmeyiz onu, affedemeyiz. “Nasıl olurda böyle bir hata yapabilir?” diye düşünürüz. Bu öfkenin ağırlığının sırtımıza, nasıl da ağır geldiğini bilmeyen yoktur sanırım. Ama muhatabımızı ‘gerçekten’ affettiğimizdeki ruh dinginliğini de biliriz elbette. Affın inanılmaz hafifliğini… Aslında affetmekle, hata yapabilirliğini kabul etmiş oluruz onun.
İşte aynen kişiler arasındaki bu hata-af yaklaşımı ve bu yaklaşımın faydası kişinin kendi içindeki dünyası için de söz konusudur. Derin veya yüzeysel ruhi bunalım yaşayan bir kişi kendini affedebilirse yani hata yapabilirliğini kabul ederse, yani eksik olduğunu ve kusursuz bir tanrı olmadığını kabullenirse, ruhunu ezen gerginlikten sükûnete geçişi yakalayabilir. Yani gerçekten istiğfar ederse, kemaline, mükemmelliğine doğru şevkli, istekli yolculuğuna devam edebilir. “Gerçek, gerçekten istiğfar” belki de kendini hatalarıyla kabullenebilmesidir kişinin… Pür kusur olduğunu itiraf ve kusursuzluğun bir İlahi Zata ait olduğunu idrak hali… Bir başka ifadeyle kişinin kendini bağışlayabilmesi… Ama yaptığı eylemin sorumluluğunu alarak, bunun mahcubiyeti içinde bunu yapabilmesi… Yani ‘suçluluk’ yerine ‘utanma/mahcubiyet’ duygularıyla yoluna devam ederek…