Anksiyete
Yazar Mehmet Emin Kızgın • Psikolog • 15 Ocak 2020 • Yorumlar:
Anksiyete ya da kaygı genellikle nesnesi bilinen bir durum ya da kişiye karşı duyulan merak, tasa ve endişe ile karışık üzüntü, bunaltı ya da sıkıntı olarak insana nefessiz kalma hissi yaşatan farklı bir duygu türüdür. Örneğin, ‘’annemin sağlığı konusunda kaygılanıyorum, Türkiye’nin ekonomik durumu beni kaygılandırıyor’’ gibi. Ayrıca kaygı, klinik anlamda şiddetli bunaltıyı karşılamaktadır.
Bunaltı ya da kaygı korkuya benzeyen bir duygudur. Kişi bunu sanki içinde kötü bir haber alacakmış, bir felaket olacakmış gibi nedeni belli olmayan bir sıkıntı, bir endişe duygusu olarak algılar ve tanımlar. Anksiyetenin türü çok hafif tedirginlik ve gerginlik hissinden çok yoğun panik derecesine kadar farklılaşmaktadır. Ağır derecelerinde kişinin benliği bu ruhsal acı altında ezilir ve en güçlü fiziksel ağrıdan bile daha rahatsız edici olabilmektedir.
İnsanlığın varoluşundan beri olduğu kabul edilen kaygı, önceleri ilkel insanın çevresinden gelebilecek tehdit ve tehlikelere karşı koymaya yönelik bir amacı var iken günümüzde, benliğine yönelik, grup dışı ve rekabet gücünden yoksun kalma gibi tehlikeler ile ortaya çıkmaktadır.
Anksiyetenin ruhsal kökeni, psikanalitik görüşe göre temelde bir çatışmanın ürünüdür. İç çatışma altbenlik (ego ve id) ya da benlik ve üstbenlik (ego ve süpergeo) arasında oluşmaktadır. Altbenliğe ait bilinçdışı dürtülerin gücü artmasıyla benlik ve alt benlik arasında çatışma ortaya çıkmaktadır. Çatışma benliğin, dürtüler karşısında çözümsüz kaldığı ve onlarla baş edemediği durumlarda yaşanır ve bu tehlike olarak algılanmaktadır. Kaygı ya da anksiyete de tehlikenin habercisidir ve bir alarmdır. Kaygı bu nedenle benliğin denge işlevi olan ve tehlikeyi algılayan bir tepkisidir. Tıpkı dışsal tehlike durumunda bedenin gösterdiği tepkiler gibidir. Bilinçdışı dürtüler yasak olan cinsellik veya saldırganlık davranışlarıdır. Alt benliğin bu dürtüler ile ilgili giderilmesi gereken ihtiyaçları bulunduğunda benliğin yaşadığı çaresizlik sonucu yaşanan duruma da anksiyete ortaya çıkmaktadır. Bu gibi alarm durumlarında benliğin savunma mekanizmaları devreye sokulur ve anksiyete düzeyi bunlarla düşürülmeye çalışılır. Yer değiştirme savunma mekanizması kaygının belirli bir nesneye ya da duruma bağlanmasını sağlar. Böylece fobi oluşur. Kişi fobik öğeden kaçındıkça kendini rahatlamış hisseder.
Kaygılar psikanalatik görüşe göre dört türe ayrılır. Süperego ya da ahlak kaygısı, katı ve cezalandırıcı üst benliğin kişinin eylemlerinden ötürü aşırı denetleyici olması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Bireyde suçluluk duygusu ve kaygı biçiminde yaşanır. İğdişlik (kastrasyon) kaygısının temeli oedipal dönem çatışmalarından yaralanma ve bedenini zarar geleceğinden korkma durumlarıdır. Ayrıca başarısızlık, cinsel korkular, otorite karışışında sıkıntı duyma biçiminde görülebilir. Ayrılma kaygısı, sevilen kişinin yitirilmesi, kopma ve uzaklaşma kaygısıdır. En çok çocukluk çağında görülürken çocuğun yaşamının en acı ve sıkıntı verici olayı olarak algılanmaktadır. Sonraki dönemlerde sevgiliden, eşten ayrılma korkusu olarak yeniden yaşanabilmektedir. Kişide dünyada yapayalnız ş, desteksiz ve çaresiz kalacakmış hisleri uyandırmaktadır. İd ya da nevrotik kaygı, çeşitli nedenlerden egonun denetim gücü azaldığında ya da id dürtülerinin aşırı güç kazandığı durumlarda dürtülerin ortaya çıkacağından ve tehlikeli eylemlere yol açacağından korkulması olabilir. Kişi kontrolünü ve denetimini yitirecekmiş gibi hissedebilir.
Freud’un anksiyete kavramını güncelleyen araştırmacılar kaygıyı, toplum psikolojisi çerçevesinde değerlendirmişlerdir. Kaygının, bireyler arası işlevsel olmayan ilişkiler sebebiyle ortaya çıktığını savunmuşlardır. Jung’ a göre ise kaygı, bireyin bilincinin, toplumun bilinçaltının gerçekdışı güçler ve resimlerine maruz kalmasıdır. Horney ise temel kaygıyı “potansiyel olarak düşmanca olduğu kabul edilen bir dünyada hissedilen yalnızlık ve çaresizlik” olarak açıklamıştır. Horney, her insanın doğaya sağlıklı yaşama potansiyeli ile geldiğini, bunu sağlayacak ortam ve koşulların uygunluğunda yaşamını sürdürebildiğini ancak temel ihtiyaçlardan olan sevgi ile disiplin ihtiyacının uygun koşullarda sağlanamadığında bireyin kendini gerçekleştiremediğini ve tutarsız bir gelişim gösterdiğini söyler. Böylelikle dış dünyaya karşı düşmanca bir algı geliştirdiklerinden bahseder. Bu durumun yol açtığı şey ise, güvensizlik ve belirsiz endişe duygularıdır.
Davranışçı yaklaşıma göre kaygı ve fobiler öğrenilmiş durumlardır. Korku biyolojik bir tepki olarak acı ve korku veren deneyimlere karşı verilmektedir. Kişi hiç korku duyulmayan organizma için nötr bir uyaran ile sık sık karşılaşırken aynı zamanda ağrılı bir uyaranla da karşılaştırılırsa korku duyulmayan nesneye karşı kaçınma davranışı oluşturulacaktır. Korku duyulmayan nesneye karşı korku tepkisi koşullandırılmış olacaktır. Bunlar öğrenilmiş fobilerdir. İnsanlarda basit koşullu öğrenme yerine çok karmaşık öğrenme süreçleri ile bu tür korkular ve kaygılar yerleştirilebilmektedir.
Bilişsel görüşe göre, kendisine zarar verebilecek bir tehlikenin yaklaştığını hissettiğinde bireyde oluşan duyguya anksiyete demiştir ve bunun doğal bir tepki olduğu üzerinde vurgu yapmıştır. Kişi bu tür durumlarda kendini sakınmaya yönelik tutum sergilerken anksiyete nevrozunda hastanın, önlem alamayacağı durumlarla ilgili tehlike algısı yaşamaktadır. Literatürde kimi zaman birbirini bütünleyen duygu olarak tanımlanan korku ile anksiyeteyi bilişsel görüş şöyle ayırmaktadır: “korku, tehlikeyi kabul etmek; anksiyete ise hoş olmayan şeylerin hissedildiği, korkunun ateşlenmesi suretiyle ortaya çıkan fizyolojik reaksiyondur.”. Bilişsel yaklaşımların, yaşanan ruhsal sorunların tanımında ortak yanı, uyarıcının yanlış kaydedilmiş, gerçekçi ve işlevsel olmayan düşüncelerin ya da düşünce sistemlerinin ortaya çıkardığı bir durum olmasıdır. Beck’e göre anksiyete yaşan bireyin yaşadığı genel belirtiler şunlardır: Tehlikenin devam edeceğine yönelik inançlar. Hastanın, anksiyetesine yönelik düşüncelerin gerçekçi olmadığına yönelik inancının var olması ancak doğru değerlendirme kapasitesini de yitirmiş olması. Genelleme dürtüsü: hastanın anksiyeteyi uyaran itkileri arttıkça, duyduğu her sesi, etrafında meydana gelen en ufak bir değişiklik ya da hareketi tehlike olarak algılamasıdır. Özet olarak kişiler bazı uyaranları tehdit ve zarar verici şekilde algılar. Bunu kaydeder ve öğrenir. Bundan sonraki uyarıcılar için de tehlike beklentisi oluşturur. Bu beklenti ne kadar fazla ise kaygı da o kadar fazla olur. Tüm bunlar çocukluk çağı deneyimlerine dayalıdır ve güncel duygusal tepkileri.
Varoluşçu yaklaşım, insanın bu dünyada var olmasının getirileriyle yüzleşmesinden kaynaklanan çatışma üzerinde çalışmaktadır. Yalom, insanın varoluşunun getirilerini aslında varoluş ve çözümlenmesi gereken kaygılar olarak adlandırmaktadır. Kaygı, insanın varoluşsal bir özelliğidir. Varoluşun merkezine yönelik bir tehdit ya da tehlike algısıdır. Kaygı, yok olma gerçeğinin varoluşsal farkındalığıdır. Yalom, insanın 4 temel kaygısının olduğu ortaya konmuştur. Bunlar; ölüm, özgürlük, yalıtım ve anlamsızlıktır. Ölümün kaçınılmazlığının farkında olma ile var olmaya devam etme tutkusunun oluşturduğu kaygı ölüm kaygısıdır. Ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Dolayısıyla bu duruma verilen tepki de yüksek kaygı olarak karşımıza çıkmaktadır. Özgürlük, kişinin dışsal bir çerçevenin yokluğuna atıfta bulunduğu bir kavramdır. Varoluş açısından bu aynı zamanda kişinin tercihlerinin sorumluluğunu da edinmesidir. Böyle bakıldığında çerçevesiz bir yapı ortaya çıkmaktadır.
Belirsiz olan bu durumun yol açtığı duygu da kaygı olmaktadır. Kişinin, diğer insanlar, canlılar ya da evrende yer tutması ile arasında bağlantı kurmadığı durum yalıtımdır. Bu görüşe göre insanın, ne kadar birbirine yakınlaşırsa yakınlaşsın, nihayetinde ayrılacağını, dolayısıyla tek başına başladığı bu yolculuktan da tek başına ayrılması gerektiğini düşünmektedir. Yalıtım kaygısının da kişinin bağlantı kurma, korunma ve bir bütün olma arzusu ile mutlak yalıtımın farkında olma arasında yaşanan gerilim olduğu şeklinde tanımlamıştır. Varoluşun getirisi olan yalıtılmışlığın, mutlak ölümün ve tek olmanın kişide, hayatın anlamının ne olduğuna ilişkin tanımlama yapma gereksinimi doğurmuştur