Bağlandık Mı Sahiden?
Yazar Mihriban Ecem Aşılıoğlu • Psikolog • 26 Kasım 2021 • Yorumlar:
Bağlanmak denince aklımıza türlü türlü şeyler geliyordur, eminim. Bir insana, canlıya, eşyaya, olaya, ana, hisse kapılmalarımızın hepsinin adına bağlanmak diyoruz. Seviyoruz adı bağlanmak oluyor, vazgeçemiyoruz yine adı bağlanmak oluyor. Çok severek yediğimiz bir yemeği hep aynı yerde söylediğimizde bile ‘bağlandım’ diye işin içinden çıkıveriyoruz. İçimizdeki bizi harekete geçiren, bize coşku veren her duygunun adını bağlanmak koymuşuz. Bakalım sahiden doğru mu yapıyoruz ? Psikolojiye göre bağlanma; bireyin, başka bir kişiden yakınlık bekleme eğilimi ve bu kişi yanında olduğunda bireyin kendisini güvende hissetmesi, olarak tanımlanıyor. Yani bizim içimizdeki her kıpırtıya ve vazgeçememe hissine yönelttiğimiz bu kavram sadece kişileri kapsıyor. Çok sevdiğimiz için hep aynı mekanda aynı makarnayı söylemek sanırım midemize biraz düşkünlüğümüzden kaynaklanıyor.
Psikolojide ki tanımıyla bağlanma karşımızdaki insanı salt ihtiyaçlarımızı karşılayacak bireyler olarak görmememizi söyler ve bunu kabul eder. Bizlerse birine bağlandığımızı hissettiğimiz an, bizim için her şeyi yapması gereken bireyler olarak görürüz karşımızdakini. Üzüldüğümüzde bunu dindirecek tek kişi bağlandığımız kişi oluverir ya da mutlu anlarımızın bütün nedenleri o kişide toplanır veyahut o kişi bizi hep mutlu etmek zorundadır. Bu anlamda sanırım hep birlikte bağlanmayı yanlış anlamışız ve bu şekilde de baya mutluyuz.
Asırlardır bütün kitaplar, filmler, şarkılar, türküler bize bu hissin dünyanın en yegana şeyi olduğunu söyler. Onca acının, sıkıntının altında birbirine kavuşmak için kendinden vazgeçen insanları konu alırlar. Her sözün altında bir gözyaşı bir vazgeçiş belki de kavuşamama duygusuyla bütün benliğini kaybediş vardır. Bazı zamanlar sevgilerinin, damarlarında akarcasına hissettikleri o aşkın devam etmesi için bir tek olgunun ‘bağlanmanın’ yetmediğini anlatırlar. Tüm dünya karşılarına dikildiğinde, atacak son bir adımları kaldığında o adımı işte o kişiye doğru attıklarını gösteriyorlar. Bağ kurmanın, karşı taraftan salt sevgi beklentisi üzerine kurulması gerektiğini o kadar güzel özetlemişler ki… Şimdi baktığımızda vazgeçişlerin adını ‘yapamam’lar alıyor. Gitmek için bahaneler çoğalıyor ve kendi hayatını düşünen koca bir güruh sevgisini bir kenarda beklemeye bırakıp kendisi için en doğrusu olduğuna inandığı hayat basamaklarını çıkmaya çalışıyor. Sevgisizliğin olmadığı bir yerde tıkanacaklarından habersiz, gece yattıklarında vazgeçtikleri o bağın ilmek ilmek ayrılmış köşelerine tutunacaklarını bilmiyorlar. Zaman insanlara acımasızlaştıkça, insanlar bağlandıkları kişilere karşı daha ketun bir tavır sergileyerek o histen kaçmak için tabana kuvvet koşuyorlar. O yüzden diyebilirim ki, ne güzelmiş eski zamanlardaki her şey gibi eski zaman aşkları da… Kim ne derse desin asla vazgeçmeden yaşanması için son nefesine kadar uğraşılan o sevdalar. Bir çift göz görmek için aşılan dağlar ya da sevdiğine ulaşsın diye gazeteye verilen mektuplar… İnsan sevdiğine sevdiği kadar fedakarlık gösteriyormuş o zamanlar. Yaşanılan tek bir an’a değil onu yaşatan kişiye bağlanıyormuş kalpler. Bazen sevginin yetmediğini, ne yapılırsa yapılsın aradaki o bağın bir makasla el birliğiyle nasıl kesildiğini anlatmak için bile öyle güzel cümleler kurulmuş ki. Bazen de o sevgiye, o aradaki aşılamaz bağa bir şey olmasın diye nasıl vazgeçildiğini anlatmışlar. Tıpkı İzzet Günay’ın, Türkan Şoray’a dediği gibi: ‘Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşıcaktık.’
Kalbinizden geçenin yolunuza ışık olduğu an’lara sıkı sıkı sarılın. Kronikleşmiş bağlardan sıyrılıp kilometrelerce yol koşsanız da yolun ucunda sizi bekleyene aynı hisle tutunacaksanız bu duyguya sarılın. Ve düşünün ki o vazgeçemem sandığınız şey bir ipin ucu mu yoksa iki çift göz mü ? Şimdi soruyorum size, bağlandık mı, sahiden?