Bebeğin İlk Yılı
Yazar Sinem Arıtemiz • Psikolojik Danışman Ve Rehber • 23 Eylül 2019 • Yorumlar:
Büyük gün geldi çattı. Aylar süren hazırlıklar ve nihayetinde o muazzam ışıltı... Gün döndü, dünya artık bambaşka bir yer. O vakur duruşlu damat, pusulasını kaybetmiş, bir o yana koşuyor, bir bu yana. “Enişte de getirmedi hala baklavayı!” İçerden bir inilti, “Emzireceğim, ben doyuracağım, mama vermeyiiin!” Eyvah eyvah! İlk kakayı bekliyor tüm bir aile akraba, eş, dost… Hatta karşı komşu, kendi gelememiş de telefonla soruyor “Bebek yaptı mı kakasını?” Bir gıdım bok hiç bu kadar kıymetli olmamıştı.
Ya yavrucuk ne yapsın, dünyadan bihaber, kendinden bihaber. Habire vücudunda bir şeyler oluyor, devamlı içerden ve dışardan bir uyaran bombardımanı. Garibimin kaka yapması bile büyük zahmet, ıkına ıkına ıkına… O ay parçası yüz oluyor kıpkırmızı, kaşları çatılıyor… Garibim bir puf yapsa, bir gırk dese nasıl da rahatlayacak. Bir de emmesi var, ah bir tuttursa şu bereketli havuzu. Elini bile tanımaz mı bir insan… Yok, o tanımıyor işte… Ne zor yaşamak… Annesinin gözünün içine bakıyor, hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey anlamıyor. Nasıl da muhtaç… Bu anne öğretebilecek mi ona dünyayı? Bebeğine gösterebilecek mi kim olduğunu, kendi kafasındaki bebeği yansıtmak yerine? Kendi “hayalleri” yerine görebilecek mi bu gerçek meleği? Kendi hayallerine kurban etmeden bebeği… Bebeğin kök salıp filizlenmesine uygun bir toprak olabilecek mi hem anne hem baba?
“Bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine”
Bu ormanda ilk tohumlar anne babanın zihninden uzanıyor, bir genetik havuzundan damlıyor ve bebek bir ilişkiler sisteminin içine düşüyor. İnsan ruhu ne zaman başlıyor şekillenmeye? Henüz doğmadan… Nesillerden süzülen bir damla… Anne ve babanın ayrı dünyalarından gelmiş, kendi ailelerinden miras olarak aldığı bir duygu, düşünce ve davranış sistemi. Sadece genetik yapıdan bahsetmiyorum. Anne ve babanın kendi anne babasından aldığı ilişkilenme biçimi kendi yavrularıyla da devam ediyor. Çekirdek bir aile düşünüldüğünde bebeğin ruhsal yaşamını etkileyen birçok faktör ortaya çıkıyor; baba ve babanın ruhsal dünyası, anne ve annenin ruhsal dünyası bir de anne-babanın kendi aralarında kurmuş olduğu karı-koca ilişkisi… İlişki tohumun filiz vereceği topraktır. Bunlara ek ve bunları belirleyen faktörler olarak da ailenin nesiller boyu devam eden akrabalık ilişkileri, sosyal ve kültürel yapı, ekonomik durum hatta siyaset gündemi ve tarihi… Ve daha pek çoğu… Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan? Tüm bunlarla birlikte bir insanın ruhsal olarak sağlıklı olabilmesi, genetik yapı ve yaşamının ilk yıllarında önemli ötekilerle yani bakıcılarıyla kurmuş olduğu ilişkilere büyük oranda bağlı. Buna şimdilik anne diyeceğiz, ki bu baba da olabilir, bakıcı teyze ya da bir akraba da olabilir. Aynı anda hem anne hem baba da olabilir; ki bebeklerin babalarıyla oynadığı aktif oyunlardan çok daha fazla keyif aldığı bulgulanmış. Şimdi en başından başlayalım… Gerçi bir başlangıç ve son yok, lineer bir şey değil yaşam ama, doğumu ruhsal bir başlangıç olarak alalım.
Bir bebek dünyaya geldiğinde ruhsal bir çekirdekle doğar. Buna kimi görünen kendilik diyor, kimi çekirdek kendilik… Nasıl söylenirse söylensin doğumu takip eden ilk iki ay, hani kırkı çıksın derler ya işte o dönemler. Bugünkü araştırmalar yeni doğanın muazzam bir hızla nörobiyolojik ve fizyolojik olarak geliştiği, uyaranlara da, dış dünyaya da, özellikle annesine tepki verebildiğini göstermekte… Bu dönemde bebek özellikle bedensel duyumlarıyla haşır neşir olur, kendini dünyada konuşlandırmaya çalışır. Anneyi kendinden ayrı bir varlık olarak deneyimleyen bebeğin, anneden aldığı ses, ifade, mimik, jest, bakışlarıyla da duygu prekürleri oluşmaya başlar. Fragman gibi… Bu prekürler, önemli ötekilerle kurduğu ilişki matriksi içinde olgunlaşır. Yavaş yavaş anlamlanır ve tanımlanır. Kurulan her bir ilişki ve bu ilişkideki duygulanım bebeğin tüm bir yetişkinliği boyunca taşıyacağı bir kişilik örüntüsüne dönüşecektir.
Yeni doğmuş bir bebeğin anlam dünyası annenin gözlerinden şekillenir. Bedensel ve ruhsal varlığı annenin gözlerinden, mimiklerinden aldığı geri bildirimle oluşur. Bebek dünyaya bakar, gördüğü muğlak şekiller belli belirsiz renklerdir. Bu bilinmez dünyada annenin gözleri onu yaşama bağlayan, ona dünyada olduğunu bildiren bir deniz feneri olur. Bebeğin sadece duygu dünyası değil aynı zamanda bedensel varlığı bu fener sayesinde oluşur. Annenin gördüğü ve gözleriyle onayladığı bir benlik algısı oluşur ve anne bebek için güvenli bir dayanak, bir zemin halini alır. İhtiyaçları karşılanan, sevilen ve tutarlı bir annenin rehberliğinde dünyaya uyumlanan bebek aynı zamanda kendi varlığını ve bir ötekiyle olan sınırlarını da daha net hissetmeye başlar. Annenin duygu ve anlam repertuarını bir şablon gibi alır ve kaydeder. Kaygılı bir annenin bebeğinin huzursuzlanması tesadüf değildir.
Anne empatik olarak çocuğa uyumlanır, kendi duygusal girdaplarına düşmeden bebeğiyle ilişkisini devam ettirebilir, bebeğin gözlerinden aldığı tepkiye göre tepkisini oluşturabilir ve bebek için bir duygu kondansatörü görevi görebilirse güvenli bir ilişkinin temelleri atılmış olur.
Bu aynı zamanda mimikler, jestler, ses tonunun da eşlik ettiği bir “dans” gibidir. Bu dans ne kadar uyumlu ilerlerse, bebeğin yalnız kalma ihtiyaçları da dahil, anneyle iletişimde olma ve temel ihtiyaçlarının yerinde yeterince karşılanmasıyla yetişkinliğe uzanan sağlam bir yolun temelleri atılmış olur. Bebek hem kendine hem de dünyaya güvenle kök salar, temel bir umutla şekillenmeye devam eder. Bebek annenin bu tarz aynalamasıyla yavaş yavaş olgunlaşır ve kendini inşa eder, kendiliğini oluşturur. Kohut’ un deyimiyle primer narsisitik bir çekirdekle doğan bebek, yani ruhsal ve bedensel olarak yaşamak için bir ötekine ihtiyaç duyan ve ama aynı zamanda bir ötekini kendinden ayrı bir varlık olarak görmeyerek kendisinin her şeye muktedir olduğunu, her bir eylemin kendisinden kaynaklandığını, herkesin kendisinin bir uzantısı olduğunu hisseden, benlik sınırları gelişmemiş bebek, annenin bebekte hem optimal kırılmalar oluşturması hem de yerinde yeterince aynalamasıyla olgunlaşıp sonraki dönemlerde sekonder narsisistik döneme geçecektir. Optimal kırılma çocuğun kaldırabileceği, duygusal olarak tolere edebileceği ölçüdeki bir kırılmadır. Bebeğin dünyanın gerçekliğiyle karşılaşmasıdır. Mamasının 2 dakika geç gelmesi, ama bu süre içinde annenin sesiyle yumuşak bir şekilde bebeği sakinleştirmesi gibi. Bu aynı zamanda egoyu güçlendirici bir unsurdur da, bebeğin dayanma kapasitesi artar, uyum gösterebilme özelliği güçlenir. O yumuşak sesle de duygularını taşıyabilmesi desteklenir. Bu optimal kırılma hemen ardından gelen destekleyici anne sesiyle onarılır. Bunun gibi arka arkaya gelen kırılma-onarım döngüsü bebek için ruhsal bir eğitimdir. Optimal üstü bir kırılmada bebeğin bakışı donar, o anda dağılır, disosiye olur. Yeni geldiği bu dünyada annenin her bir uyaranı yumuşatarak bebeğe sunması gerekir.
Dışardan gürültüyle bir kamyon geçer, anne bebeği görür ve bebekteki duygusal değişimi hissedebilirse, orda araya girer ve mesela bebekle konuşmaya başlarsa, yine yumuşak bir sesle, bebeğin duygusunu yansıtarak, kamyon sesiyle yaşadığı kırılma, gerçekliğe temas eden bebekte annenin müdahalesiyle onarılır. Bu kırılma ve onarımlarla bebek annenin varlığından beslenerek kendini oluşturur. Bu şunun gibi, annenin ruhsal varlığı bir koltuk değneği görevi görür, bebek bu değneği kullandıkça, koltuk değneğini kendi bacağına dönüştürür ve artık kendi bacakları vardır, bir koltuk değneğine, anneye ihtiyaç duymaz. Ancak kendi bacaklarının bacak olduğunu hissetmesi için bir koltuk değneği fikri lazımdır. Bir ötekine olan muhtaçlık yoktur. Bu kendini var etmek için değil, karşılıklı mutluluğu ve hoşluğu çoğaltmak için bir ötekine olan naif bir ihtiyaç halini alır.
Bebek büyür, büyür, ergen olur, büyür, anne-baba olur, gün gelir nine-dede olur. Ama bu ihtiyaç hiç bitmez, insan her ilişki deneyiminde bir ötekinin varlığıyla kendini bulur, kendi olur ve kendini bu ilişki matriksinde yeniden yaratır.