Bedenin Hastalanması

Yazar Gülçin SanlıPsikolog • 2 Şubat 2022 • Yorumlar:

Yıllardır gerek psikoloji literatüründe gerekse klinik alanda en büyülendiğim şeylerden biri bedenin ruhumuza ne kadar hizmet ettiği. Bedenimizin hissediş şekli, kayıtları, hastalanması, verdiği tepkiler, çok uçsuz bucaksız bir alan. Bu alan öyle kıymetli ki ruhsal tüm süreçlerimizin aynası ve anı defteri. Durup dururken bir anda içinize huzursuzluk geldiği, bedeninizin anlamadığınız şekilde hastalandığı, psikolojik temelli olduğu söylendiği veya nedenin bulunamadığı ağrılarınız oldu mu? Hiç hatırlamadığınız bir olaya gözlerinizin dolduğu, bir anda midenizin bulandığı, başınızın döndüğü, sabah uyandığınızda cildinizin döküldüğü, gözünüzde arpacıkların çıktığı durumlar yaşadınız mı? Beş dakika önce yemek yediğiniz halde bir anda gözünüzün döndüğü, hemen yemek yemek istediğiniz anlar? Alerjiler peki? Bir anda ortaya çıkan yıllar sonra yok olan veya sizinle kalan gıda, toz vb. gibi alerji durumları? İdrar yollarınızda yanma, geçmeyen baş ağrısı, bacaklarınızda huzursuzluk? Dokunduğunuz her şeyden çarpılma durumu, ne kadar elektirikliyim dediğiniz anlar?

Ve benim burada saymakla bitiremeyeceğim kadar bedensel rahatsızlanma.. Bedenimizin durup dururken hastalanmaz, dökülmez, yeme atakları geçirmez veya ne yenirse yensin kilo almama durumu olmaz. Bunların hiçbiri rastgele değildir. Bedeninize kulak verin. Beden kayıtlarınızda neler var acaba? Anne rahmine düştüğünüz andan itibaren ve bu yaşınıza gelene kadar kim bilir bedenimiz nelere maruz kaldı? Nelerin kaydını tuttu?

Yaşadığımız tüm bu belirtilerin eline bir mikrofon versek bizi neler söylerdi? Geçmeyen sırt ağrılarınız ne anlatırdı acaba? Sürekli yemek isteyen mideniz? Baş ağrılarınız ne derdi kim bilir? Hiç duyduk mu bedenimizin seslerini? Uğruna doktor doktor gezdiğimiz, eşe dosta bıkmadan usanmadan şikayet ettiğimiz bu belirtilerimiz için sızlanmayı bırakıp acaba ne diyor bana bu muazzam beden diye düşündük mü hiç? Sanmam..

Bedenimiz neden hastalanıyor veya neden yeme atakları geçiriyoruz bunların sesine kulak verelim biraz.

Anne rahmine düştüğümüz andan itibaren duyuyoruz, yaşıyoruz ve çok uzun zamandır hayattayız. Pek çok meseleye şahit olduk, pek çok duygu yaşadık. Bu duyguları bazen iliklerimize kadar yaşadık bazen hiç yokmuş gibi halının altına süpürdük. Yaşamadığımız, anlamlandırmadığımız her duygu bedenin farklı bölgelerinde birikti, biz duymadığımız için de bedenimiz bu duyguların sesi oldu.

Olumsuz duygu olarak tanımladığımız “öfke, kaygı, korku, hüzün vb” bastırmayı ve yok saymayı istediğimiz duygular. Kültürel olarak da bunun böyle olmasını arzularız. Çocuk kliniğinde çalışırken en çok duyduğum şikayet “çocukların ağlaması”. Ebeveynler çocuklarının ağlamasından son derece rahatsız olurlar. Çocuklarının gözyaşlarını dindirmek için her yolu denerler. Biz yetişkinler ağlayan birini gördüğümüzde hemen gözyaşlarını silsin diye peçete uzatırız, “tamam ağlama, geçti, ağlayacak bir şey yok” gibi söylemlerde bulunuruz. Bu bize çok masumca gelir. İşin arka planı ise böyle değil maalesef. Birkaç damla gözyaşına bile tahammülümüz yok, olumsuz herhangi bir şey asla yaşanmamalı. Bunu öğrendik, bunu uyguluyoruz. Boşaltamadığımız bu duygular bedenimizi hastalandırıyor. 

“SİNİRİMDEN AĞLADIM”. Bu cümleyi hayatı boyunca kurmayan biri yoktur diye tahmin ediyorum. Öfkelenince neden ağlıyoruz? Bu durum biyolojimize bile ters. Öfke; ruhsal ya da fiziksel olarak tehdit hissettiğimiz zaman bizi saran “koruyucu” bir duygudur. Ruhsal olarak kişiyi her şey tehdit edebilir; bir bakış, bir söylem veya herhangi bir olay. Bu durumlar karşısında öfkemiz bizi tehdide karşı korumak için devreye girer. Öfkelendiğimizde dikleşir, bedenimizin ısısı değişir, sesimiz tizleşir ve tam bir alarm halinde oluruz. Bu kadar bizi dikleştiren ve saldırıya karşı alarma geçiren bir duyguya eşlik eden gözyaşları tuhaf görünüyor. Duygularımızın ayrımını yapmayı, onları hissetmemeyi, ifade etmeyi ve dışarı vurmayı o kadar bilmiyoruz ki “sinirlediğimde ağladım” durumunda gerçekten öfkeli miyiz yoksa üzgün müyüz haberimiz yok. Bu sebeple birbirinden zıt iki duygu aynı bedensel durumda birleşiyor ve ortalığa tuhaf bir tablo çıkıyor. Duygularımızın ayrımına varıp, onları yaşamak için kendimize izin verirsek öfkelendiğimizde bedenimizde başka bir tepki, üzüldüğümüzde bambaşka bir tepki durumu oluşur. 

Herhangi bir durum anında “aman sorun çıkmasın, konuyu kapat, bunu konuşmayalım vb.” gibi tepkiler çok tanıdıktır bizim için. Acı hakkında konuşmamak, öfke hakkında konuşmamak ne kadar da içimize işlemiz. “Ölenin arkasından konuşulmaz” sözünü hepimiz duymuşuzdur. Ölen birinin ardından duygularımızı dile getirmek çok büyük bir toplumsal ayıptır. Aramızdan ayrılanı hep iyi şekilde anmak zorundayızdır. Bu gerçekçi mi? Mümkün mü? Hepimiz itiraf edelim asla değil. Kayıp sürecini bile en çok zorlaştıran durumlardan biridir bu vefat edene karşı “öfkenin, kızgınlığın, kırgınlığın” dışarı çıkmaması. Bastırırız bu duygularımızı çünkü ölenin arkasından konuşulmaz. Ölene karşı duygularımızı ifade edemeyiz, bu yasaktır. Fakat duygularımız ölmedi, geçmedi hala bizimleyse bastırarak nereye gönderiyorum onları? Bedenime.. 

Bastırdığımız her duygu bedenimizi hastalandırıyor, bize kilo aldırıyor, başımızı ağrıtıyor, bacaklarımızı huzursuzlaştırıyor, alerji yapıyor.. Bastırdığımız duygularla hayatta kalabilmek için yağ, karbonhidrat ve şeker ağırlıklı besleniyoruz. Çünkü bu tarz besinler sadece midemizi şenlendirmiyor, beynimizde salgıladıkları hormonlar aracılığıyla olumsuz duygularımıza karşı toleransımızı geçici bir süreliğine arttırıyor. Tüm hayatımızı bir takım duyguları yaşamamak ve bastırmak için bedenimizi hastalandırarak feda ediyoruz..

 

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

Yorumlar: (0)