Beynimiz Bize Ne Söylüyor
Yazar Muhammed Enes İmert • 24 Ocak 2019 • Yorumlar:
Günlük hayatımızın bir parçası olan nörobilim, insan beyninin yabana atılmayacak hayranlıkla bize sunmasını sağladı. Düşünce ve düşlerimizin, anılarımız ve deneyimlerimizin tümü nöral dokudan doğar.
Gelişen bilim dünyasından yola çıkarak başladığımız bu yolculukta çok değil bir kaç on yıl önce beyin gelişiminin çocukluk döneminin sonunda büyük ölçüde tamamlamış olduğu düşünülmekteydi. Şunu da biliyoruz ki insan beyninin yapım süreci yaklaşık yirmi beş yaşının sonuna kadar sürer. Onlu yaşlarda, beyin ağlarının geçtiği yeniden düzenlenme ve değişim süreci, görünen kimliğimizi ciddi bir şekilde şekillendirmektedir. Bu değişimler yavaş yavaş benlik ve ona eşlik eden öz bilinçle alakalıdır. Yapılan araştırmalar neticesinde sosyal durum ve yaşantılar çocukluktan ergenliğe doğru yol aldıkça artış gösterilerek on beş yaşında zirveye ulaşmıştır. Yetişkin bir beyin ise tıpkı yeni alınan bir pabuç gibi alışmaya başlamış, yerine oturmuş tabiri caizse aşina hale gelmiştir. Yirmi beş yaşına gelindiğinde, çocuklu ve ergenlik dönemine özgü beyinsel dönüşümler nihayet tamamlanmıştır. Kimlik ve kişiliğimizdeki bu değişimlerin son bulmuş hali biz de artık sabit ve değişmez olduğunu düşünmemize sebebiyet verebilir fakat bu durum sanılanın aksinedir. Peki, beynimizdeki değişimler bir hastalık veya bir hasar sonucu değişime uğrarsa, kişiliğimizi ya da davranışlarımızı değiştirir mi?
1966 yılında Charles Whitman, kulenin gözlem katına çıktı ve ardından aşağıdaki sivil insanlara gelişigüzel ateş etmeye başlamıştı ve on üç kişinin öldüğü ve otuz beş kişinin yaralandığı olayda polis tarafından vurularak öldürülmüştü. Bu olayla alakalı durum ise Charles Whitman’ın böyle bir eylemi gerçekleştireceğine dair herhangi bir ipucu vermemiş olmasıydı. Geçmişte herhangi bir şiddet olaylarına karışmamış, eğitimli biri olmasına karşın son zamanlarda kendisini sıra dışı ve mantıksız düşüncelerinin olduğunu ve ölümünden sonra otopsi yapılarak anlam veremediği bir dizi olguları merak etmiştir. Yapılan otopsi sonucunda küçük bir beyin tümörü tespit edilmiş ve bu tümör amigdalaya baskı yapması sonucu korku ve saldırganlıkla ilgili yapının ortaya çıkmasına olanak vermiştir. Beynimiz ve vücudumuz yaşantımız boyunca sürekli değişir ve değişkenlik göstermektedir. Bu değişimleri algılamak biz insanoğlu olarak algılamamız hızı bakımından güçleşmektedir.
O zaman kontrol kimde? Sorusuna yanıt arayalım…
Günlük işlerimiz yaptığımız bir noktayı düşünelim. Sabah kalkıyoruz ve elimizi yüzümüzü yıkıyoruz, mutfağa doğru yönelip çayımızı demliyoruz. Daha sonra dolaptan kahvaltılıkları çıkarıyoruz ve melemen yapmak için ocağın başına geçiyoruz. Bütün bu olayların yaşamımızda ihtiyaçlarımızdan, arzularımızdan ve planlı olduğunun farkındayız. Bu bilinçli farkındalığımız bizi hangi ölçüde kontrol edebiliyor? Aslına bakarsanız bilinçdışı olarak da beyin işbaşında. Şöyle bir örnek vermek gerekirse kahvede çay içiyorsunuz ve yanınızda sohbet ettiğiniz insanlarla dolu. Çay bardağınızı kaldırdığınız andan itibaren daha önce deneyimlediğim ortamlardaki belleğim yeniden harekete geçiyor. Frontal korteks, sinyalleri motor kortekse gönderiyor. Burası bardağı kavramam için gövdem, kolum ve elim devreye girecek kasları koordine eden bölge. Bardağa dokunduğumda, bardağın ağırlığı, sıcaklığı ve kayganlığı hakkındaki tonlarca bilgi sinirler aracılığıyla beyne iletiliyor. Bardağı kaldırırken ki kuvvet beynimde saniyenin kesirleri ölçeğinde. Oysa ben beynimin içindeki elektrik fırtınasını algılayamıyorum bile. Dikkat edelim ki konuşurken sözcüklerin ağzımızdan çıkış hızını kendimiz bile tespit edemeyebiliriz. Ama beynimiz yine sahne arkasında fiil çekimlerini, cümlenin yapısının nasıl olması gerektiğini bu karmaşık düzeni bizim adımıza biçimlendirip üretmektedir. Bilinçdışının derinliklerini aydınlatmaya çalışan ilk kişi Sigmund Freud’dur. Nöroloji alanında uzmanlaşması psikolojik bozuklukların tedavisi için önemli rol oynamaktadır.