Duyguları Anlaşılmayan Kişiler ve Şiddet
Yazar Kübra Mete • Psikolog • 27 Aralık 2019 • Yorumlar:
Son yıllarda artan şiddet konusu fazlasıyla canımızı yakıyor. Özellikle bir kısırdöngünün içine girmiş olduğumuzu düşünüyorum. Şiddete ait temaların bir şekilde sosyal medya ve haberler üzerinden yayınlanması şiddeti normalize ediyor ve gittikçe kişilerde alışkanlık oluşturmaya başlıyor. Sırf özenerek bu davranışlarda bulunan kişilerin sayısı hiç de azımsanacak boyutta değil.
Tabiî ki şiddetin artışında sadece sosyal medyanın etkisi vardır dersek bu doğru olmaz. Şiddeti uygulayan kişilerin hayatlarının incelenmesi sonucunda benzer konulara rastlayacağımıza inanıyorum. Çünkü şiddet ortaya çıkan bir sonuçtur. Sebepler ise her ne kadar farklılaşsa da; temel mantık, kişileri şiddete götüren yolda o sebeplerle baş etmeyi bilmiyor olmaları gibi gözüküyor.
Peki, şiddete yatkın kişilerin baş etmeyi bilmiyor olmaları ne demek? Mesela başaramıyorlar demiyorum. Çünkü bir şeyi başaramamak için önce öğrenme ortamının var olması ve buna rağmen öğrenemiyor olması gerekiyor. Ancak bilmiyor olmak hiç deneyimlememiş olmayı gerektiriyor. Bu bağlamda baktığımızda bu konunun pek çok açıdan incelenmesinin gerekli olduğu görülüyor.
Herkes bir şekilde bu şiddete yatkın kişilerin uyguladıkları ve sonuçları ölüme varan davranışlarının artık son bulmasını istiyor. Ancak bunun uygulamada nasıl olacağını tam bilemiyoruz! Konuyla ilgili bir bilimsel çalışmaya dayalı bir verim yok. Ancak bazı gözlemlerim yakın zamanda örtüştüğü için paylaşmak istiyorum.
İlk defa bir grupla seminer çalışması yapacaksam konuyu onların belirlemesinden ziyade konuyu ben bağlanma süreçleri ve duyguların yansıtılması olarak belirlerim. Genelde benden istenen konular bir binanın beşinci ya da onuncu katındaki bir hasara dokunmam yönünde olur. Buna karşılık ben de önce binanın zeminini biraz karıştıralım, orada bir şey olmadan üst katlara zarar gelmez diye yanıtlarım. Anne rahminden itibaren hayatımızın en değerli mekanizmalarından olan bağlanma süreçleri, şu anda pek çok yetişkinin yaşadığı problemlere kadar uzanabilecek bir öneme sahiptir. Dolayısıyla kendi kişiliklerimizi incelerken kendi bağlanma süreçlerimize yönelmemiz gerekir diye düşünürüm.
Bağlanma süreçlerinin yanı sıra daha çok duygu yansıtma noktasından bahsetmek isterim. Duygu yansıtma dediğimiz olay hem yaşadığınız hem de karşınızdaki bireyin yaşadığı duyguyu fark edip bunu ifade edebilmek demektir. Bunu yapmak çok kolay diye düşünebilirsiniz. Ancak kültürel olarak duyguların ifade edilmesinin çok ayıp karşılandığı bir yapıda yetiştiriliyorsanız, anne ve babanızdan “seni seviyorum” ifadesini dahi duymamışsanız duygu yansıtma becerisini de kolaylıkla başaramazsınız. Beceri diyorum çünkü ‘ben bunu yapamam, beceremem, bilmiyorum...’ kalıplarına öylesine sığınıyoruz ki öğrenmeye çabaladığımızda bunun kazanılabilecek bir beceri olduğunu fark edemiyoruz.
Duyguların yaşanması ve fark edilmesi sürecinde cinsiyetin önemine değinecek olursak; erkeklerin sırtındaki yükün bir kat daha fazla olduğunu düşünüyorum. Yine kültürel özelliklerimizin ağır bastığını düşünerek erkeklerin her zaman çok güçlü, dayanıklı, duygularından daha çok mantığıyla hareket eden üstün varlıklar olarak idealize edildiğini görüyorum. Sanki her daim en kırılgan ve duygusal olanın kadınlar olması gerekip erkeklerin ise daha soğukkanlı ve yıkılmaz olması gerektiği imajı yansıtılıyor. O zaman ne oluyor peki? Duygularına hiç dokunulmamış, ağladığında bunun kabul edilemez olduğu belirtilmiş, öfkelendiğinde baş etmekten ziyade bastırarak kaçmayı öğrenmiş ve belli bir güce eriştiğinde her şeye ve herkese sahip olmayı kendinde hak bulmuş bir erkek karakteri ile karşılaşıyoruz. Çok fazla insanla bir araya gelmem sebebiyle özellikle ikili ilişkilerde şu ibare ile çok karşılaşıyorum: “Eğer bir kız bir erkeği reddederse erkek üzülmez ancak bir erkek bir kızı reddederse o zaman kız üzülür. O nedenle önce kızların onayın alın...” Bu ibareyi kullanan onlarca insanla karşılaştım. İşte tam da dokunmamız gereken nokta burası. Erkeklerin de bir insan olduğunu ve üzülmenin de çok insani bir duygu olduğunu düşünerek; onların da üzülebileceğini, ağlayabileceğini ve bunun kabul edilebilir birşey olduğunu öğretmeliyiz. Kadınlar, özellikle erkekleri yetiştiren anneler eğer böyle düşünürse; çoğunlukla erkeklerin yaşattığı şiddete dayalı bu olayları azaltabiliriz. Duygusuna dokunulmuş ve kabul edilmiş bir birey karşısındakini anlayabilir ve insani değerler ölçüsünde davranabilir.
Şiddet olayları ile gündeme gelen erkekleri sadece suçlanmaktan ziyade aslında küçüklükten itibaren çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimizi daha fazla konuşmalıyız. Kız-erkek fark etmiyor tüm çocuklar duygularını rahatça fark edebilmeyi, yaşayabilmeyi ve onlarla başa çıkabilmeyi öğrenerek yetiştirilmesi gerekiyor. Bunu yapabilen ebeveynler olabilmek için ise önce kendimizin bunu becerebiliyor olması gerekiyor. Bu noktada da kendi bağlanma süreçlerimiz ve kendi ebeveynlerimizle yaşadığımız ilişkiler devreye giriyor. Kendi bağlanma süreçlerimizi tahlil ederek, kabul ederek ve değişim göstererek geleceğimize yön verebiliriz.