Gücü Duygularında Saklı Olan: İnsanım Ben
Yazar Zeynep Hazan Güzeler • 5 Nisan 2024 • Yorumlar:
Kimim ben? ‘’Düşünüyorum öyleyse varım’’ demiş Descartes, ama ben düşündükçe kayboluyorum, gittikçe silikleşip yok oluyor benliğim. Kim olduğumun farkına varamamışken, kendimi ve varoluşumun sırrını keşfedememişken henüz, kural tuğlalarıyla örülmüş devasa duvarlar sarıyor etrafımı. Daha çok merak ediyorum sonra ve öğreniyorum ki ben düşünebilme gücüyle, duygulanımıyla diğer varlıklardan üstün tutulan yegane şeyim, insanım aslında.
Ben hep en güçlü olmak zorunda olanım, yenilmemek ve daima bir şeyler kazanmak uğruna savaş verenim. Güçlü olmak var olabilmenin ve hayatta kalabilmenin bir koşulu. Bu hayata gelebilmek için bile bir yarış halindeydim. Tabii daha sonra tüm güçlü olmayı da hakkettim. Her şeyim tamdı benim, hiçbir ihtiyacım yoktu annemin karnında, karnım hiç acıkmaz, tuvaletim gelmezdi ve hiç üşümezdim. Her şeye gücüm yeterdi, diğer bir ifade ile omnipotandım. Daha sonra doğdum ve ilk narsisistik zedelenmemi yaşadım. Aslında benim de ihtiyaçlarımın olduğunu, bakıma muhtaç olduğumu ve her şeye gücümün yetmeyeceğini anladım. Beni duysunlar diye ağladım. Kendimi, duygularımı ne de güzel hissedebiliyormuşum, Düşününce, belki de bir tek o zamanlar özgürce yaşıyormuşum. Ben büyüdükçe güç kavramı da benimle birlikte büyüyor ve şekillenip tüm duygularımı örtüyordu sanki.
Benim doğanın verdiği ipuçlarından çıkarımsadığım güç; denemekten, engellenmekten, başarısızlıktan ve kötü sonuçlardan korkmak yerine keşfetmekti, yaralanmayı göze almak ama sonra onu sarabilmek, gerektiğinde ise hiç çekinmeden iyileştirebilecek yardımı istemekti. Kuşlar gökyüzünde diledikleri gibi süzülüyordu şimdi, ilk seferinde uçmayı denemeden, ilk düştüklerinde vazgeçseler böyle güzel tadını çıkarabilirler miydi uçmanın ve masmavi gökyüzünün? Kuş olmanın ne anlamı kalırdı ki o zaman? Anne kedinin tehlike anında yavrularının önüne atılması da güçlülüktü benim için, çünkü korkuyordu ama canı pahasına çekinmeden tüm hislerini açığa çıkarıyor ve canı pahasına yavrularını savunuyordu. Benzer şekilde, bir babanın çocuğu mutlu olsun diye onunla çocuk olup oynaması da güçlülüktü. O baba saklasaydı duygularını, taştan aşılmaz bir engel koysaydı çocuğuyla arasına acaba onun kahraman, güçlü ve kocaman babası olabilir miydi? Sevinçle çarpar mıydı öyle o çocuğun kalbi yine? Muhtemelen hayır.
İnsan olmak öyle bir şeymiş ki, bunları bildiği ve gördüğü, zamanında o çocuğun kalp çarpıntısını kendi kalbinde hissettiği halde zamanla soğur, katılaşır, gücün esiri olurmuş meğer. O zaman bilmiyordum. Koşup oynarken ilk düşüp ağladığında daha göz yaşı kurumadan, yarası kabuk tutmadan, düşse de koşup oynamanın getirdiği hazzı yaşayamadan ‘’buna mı ağlıyorsun?’’ diye kızılır, güçlü olması gerektiği söylenir ve böylece bunlarla büyüyen insan adım adım öğrenir olurmuş güçlü olmanın, duygularını kalbinin en derinlerine kilitlemesi ve asla dışarıya açmaması olduğunu, ne olursa olsun hep ruhsuz ama güçlü ifadesini takınması gerektiğini. Ancak böyle toplumda yer edinebilir ve tutunabilirmiş bu hayata. Yaşadığı her deneyimde anlıyor bunu insan ve içini çürüten, aslında onu güçsüzleştiren, duygularını ve varlığını öldüren bu kanunu da değiştirmek için hiçbir şey yapamıyor ya da yapmıyor. Böylece bu yanlış öğreti döngüsü de sürekli başa sarıyor ve herkes yanlış olduğunu hissetse de tıpkı kendi çocukluklarında yaşadıkları gibi, yeni yetişen her çocuğun güçlü olmak adına tüm duygularını benliğinden sıyırıp bir kenara atışını kayıtsızca seyrediyor. Bu durum aklıma Goethe’nin ‘’insanın yalnızca gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir; doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir’’ lafını getiriyor.
Daha sonra toplumun bu tutumunu değiştiremeyeceğini ve ondan destek alamayacağını anlamış, artık güçlü olmak zorunda olmaktan yorulmuş ve kendini değiştirmek için kalbinin derinlerindeki kilitli duygu kutusunu güvenle çekinmeden açacak birini bulma umuduyla terapilere gidiyor insanlar. Kimi panik bozukluk, anksiyete, kimi TSSB kimi ise depresyon nedeniyle çalıyor o kapıyı ama aslında bu problemlerin altında aynı neden olabiliyor. Bu insanların duyguları nefes alamıyor ve gün yüzüne çıkmayı göz yaşlarıyla, acıyla, utançla, korkuyla ya da sevinç ve kahkahalarla bir şekilde sel olup dışarı taşmayı akışını bulmayı bekliyor. Yavaş yavaş derinlere inildikçe altlardan saklı, acı ama maalesef normal tepkisi verilememiş, duygusu yaşanamamış ne yaşanmışlıklar çıkıyor. Tacize, tecavüze uğrayan ya da şiddet mağduru olan kadınlar hep ‘’duyulursa buna dayanamazsın, hem elalem ne der,’’ güçlü dur’’, ‘’çocukların için sabret’’, ‘’alt tarafı bir tokat çok abartıyorsun’’ diye toplum tarafından hep yalnız bırakılmış, destek görmemiş, göz yaşları içine akıtılmış nice kadınlar, omuzlarına ise güçlü ol yaparsın diye onlara hiç sorulmadan ağır kaldırılamayacak yükler yüklenmiş insanlar var. Dahası kaza, deprem gibi ciddi olaylar yaşamış her şeyini, ailesini ve sevdiklerini kaybetmiş, kendi de kurtarılmayı beklerken, profesyonel ama toplumun güç anlayışını taşıyan kişilerce ‘’korkma!’’ diye teselli edilmiş ve sırf bu yüzden korkusunu yaşayamamış, abartılı tepki verdiğini düşünmüş ve kendini suçlamış insanlar da var. Benzeri travmatik olaylarda da kişilerin daha iyi hissetmesini sağlamak adına yapılmış bu gibi konuşmalar duyguların sağ beyinden sol beyine aktarımını ve dolayısıyla anlamlandırılmasını da etkilediğinden, bu olayların üzerinden ne kadar zaman geçse de duygunun ilk günkü tazeliğini korumasına ve bu da kişilerin travma sonrası stres bozukluğuna kadar sürüklenmesine neden olmuş.
Tüm bu insanlar hiç anlaşılmamış, duyguları güçlü olmak ve dik durmak pahasına yok sayılmış insanlar. Aslında burada kimsenin bilinçli olarak yaptığı bir hata söz konusu değil. Buradaki sorun bizlerin algıladığı güç tanımında. Güçlü olmak demek tüm duygularından arındırılmış, saf bir şekilde olaylara kayıtsız kalıp, her şeyi yüklenmek ve kabullenmek demek değildir. Buna ancak hissizleşme veya duygu felci denebilir. Bu tutumların kişi için daha iyi sonuçlara yol açması beklenirken, tam aksine kişilerin psikolojik durumunu derinden etkileyebilir ve hayatının fonksiyonunu ciddi şekilde bozabilir.
Gücü, bir duygu yozlaşımı olarak içselleştirmek ve etkileşimde bulunulan diğer insanlara da empoze etmek yerine, olayların duygusunu özgürce yaşayabilmek, yaşanan olayların olumsuz sonuçlarından daha az etkilenmek için asıl gücün doğru duyguyu doğru zamanda hissetmenin önemi fark edilmelidir. Böylece hayatın her alanında korkmadan hür adımlarla koşan ve motivasyonunu hiç kaybetmeyen, yaşadığı olaylardan sonra korkmaktan korkar hale gelmek yerine, korkularını dilediğince ifade edip yardıma ihtiyacını duyurabilen kişiler olabiliriz. Yaşadıklarını paylaşabildiği ve hayatına daha iyi devam edebilmek için çabaladığı için takdir edilen, böylece doğru şekilde ’’güçlü’’ olarak toplumda yer edinen kişiler olabilmek için yanlış şekilde tanımlanmış güç ve güçlü kavramını değil, Emmy Werner’ın 1970’lerde tanımladığı güç durumlarda olumlu sonuç elde edebilme, gelişimini devam ettirebilme, karşılaşılan güçlüklere karşı pozitif bir şekilde uyum sağlayabilme yetisi geliştirme ve kendini iyileştirebilme gücü olarak tanımlayabileceğimiz ‘’psikolojik sağlamlık’’ kavramı üzerinde durulmalıdır.
Destekleyici koşullarda ve yargılanmadan, iyi bir çevre ile yetişen kişiler, hayatı boyunca hata yapmaktan yaparsa da kendini toparlama gücü bulamayacağından endişe duyan ve her fırsatı kaçıran, bu yüzden de başarısız, cesaretsiz, özgüveni düşük ve ilişkilerinde de yapay bireyler olmak yerine, düşse de ayağa daha sağlam ve öğrenmiş şekilde kalkacağını, hiç değilse onu bu deneyiminden dolayı onaylayıp, iyileştirecek desteği verecek birilerinin olduğunu bildiğinden, her fırsatı değerlendiren, gelişime ve öğrenmeye açık, psikolojik açıdan da daha sağlıklı bireyler olabilirler.
Psk. Zeynep Hazan Güzeler