İlişkide Sınırlar ve Birlik İhtiyacı
Yazar Dila Hotlar • Psikolog • 12 Ekim 2020 • Yorumlar:
Bizim toplumumuz gibi sınırların bulanık olduğu, bireylerin iç içe geçme ve yakınlığı birbirine karıştığı, kolektivist toplumlarda bir terapist olarak en çok çalışılan konulardan biri sınırlar olmakta. Kişinin yalnızca partneri ile değil; ailesi, çocuğu, dış dünya, toplumsal yaşam ile koyduğu ama daha çok koyamadığı sınırlar kişilerin yaşamında çoğu kez kısıtlayıcı, engelleyici, zorlayan bir noktada olabiliyor. Terapiye gelirken görünürdeki sebep çok nadiren sınır koyma ile ilgili olurken; yaşanılan zorluklara bakıldığında bu konunun oldukça yoğun bir gizil gündeme sahip olduğunu ifade edebilirim.
Sınırların yaratılması psişik bir gereklilik olduğu kadar bir yanılsamadır da. Çizgi çekme gereksinimi, kategorilerin var olmasına izin verir; yani bu budur, şu değildir. Bu sayede sınırlar düşünmeyi olanaklı kılar. Psişik dünyada ise çizgiler daha bulanıktır. Bir insanın kendiliğinin nerede bitip, ötekinin nerede başladığını kim söyleyebilir? İki ayrı var oluşu birbirinden ayıran sınır, düşüncelerin ve duyguların sınıflandırılması ve sen-değil-ben şeklinde hissedilebilmesi için gerekli olan algısal ayrımdır. Yani kendilik sınırlar sayesinde doğar.
Sistemik açıdan bakıldığında ise; sistemlerin dış sınırlarının, sisteme kimlerin, nasıl katıldığını tanımlayan kurallarla ve üyelerin sistem içinde ve dışında bulunan kişilere karşı davranışındaki farklılıklarla belirlendiği görülür. Her tür sistem için sınırların oluşumu ön koşuldur.
O halde sınır ve sınır koymanın ne olduğuna bakalım. Sınır; alt-sistemler ve sistemler arasındaki görünmez bağlardır. Farklılaşmaya ve yapıların gelişimine olanak sağlar. Bireylerin, alt sistemlerin ve ailelerin bütünlüğünü koruyan ve zenginleştiren duygusal ve davranışsal bariyerler olarak da tanımlayabiliriz. Sınır çizme ise bir ilişki içinde üyelerin kendi aralarındaki ve ilişki ile dış dünya arasındaki sınırların belirlenmesidir.
Schopenhauer’ın hikâyesinde sözünü ettiği karda üşüyen kirpiler gibi; içimizi ısıtmak, yalnızlığımızı dindirmek için birbirimizle yakınlaşırız. Ancak bunun handikabı şudur ki fazla yakınlaşınca ruhumuzun dikenleri ötekine batar, onunkiler de bize; bu da kişilere bütünlüğümüzü, sınırlarımızı kaybetme ve dağılma tehlikesi yaşatır. Bu bakımdan mesafe ayarı, kirpiler için olduğu kadar insanlar için de önemlidir. Bu kirpi hikâyesi, insan ilişkisindeki makul ilişki aralığının karşılığıdır. Makul mesafede durabilmek; kendini ötekinden, ötekini kendinden koruyabilmeyi sağlar. Gerçek yakınlık ve samimiyet de ancak makul mesafede durabilme ile mümkün olur.
Bireyin makul mesafeyi tayine edebilmesi için her şeyden önce, mesafe kavramının idrakinde olmalıdır. Bunun için de bireysel sınırlarının idrakinde olmalıdır. Kendinin nerede bitip ötekinin nerede başladığını fark edemeyen kişi, mesafe ayarını yapamaz.
Kişiler kendi içlerinde ve ilişki aralığında sınır koyabildiğinde ve makul mesafe aralığına ulaşabildiğinde o zaman ilişkileri her iki tarafın da daha konforlu yaşayabilecekleri bir noktaya varmış olur. Bu ilişkilerde partnerler ilişki içinde nefes alabilir, rahatça hareket edebilir. Bu sayede taraflar ilişki içinde bireyselleşebilir, kendini gerçekleştirebilir, ilişkiden beslenebilir ve ilişkiyi besleyebilir.
Kişiler arası sınırlarla ilgili en yararlı kavramlar Murray Bowen ve Saldavor Munichin’in çalışmalarında bulunur. Bowen benlik ile aile arasındaki sınırların tanımlanmasında, Munichin ise çeşitli alt sistemler arasındaki sınırların tanımlanmasında başarılıdır. Bowen’e göre bireyler kaynaşma ile farklılaşma arasındaki farklılıklar sergilerken, Minuchin’e göre belirsizlik ile katı sınırlar sonuç olarak düğümlenme ya da kopukluk yaratır.
Bowen’in düşüncesi psikanalizdeki ayrılma ve bireyleşme vurgusunu yansıtırken, özellikle ödipal bağların çözülmesi ve evden ayrılma vurgulanır. Bu modelde kendi ayaklarımız üzerinde durmayı öğrenerek kendimiz oluruz. Bowen yalnızca tek bir sorunu -kaynaşma- ve tek bir hedef -farklılaşma- tanımlamıştır.
Minuchin ise daha dengeli bir görüş öne sürer ve sınırların çok zayıf ya da çok güçlü olmasından kaynaklanan sorunları anlatır. Belirsiz sınırlar bir alt sistemin işleyişine çok fazla müdahale olmasına neden olurken, katı sınırlar yeterli desteğe olanak tanımaz. Peki alt sistemler derken neyi kastediyoruz?
Minuchin’in kuramında aileler alt sistemlere ayrılır. Bu alt sistemler kişiler arası sınırların çizildiği kuşak, cinsiyet ve işlev farklılıklarına dayanır. Bu sınırlar aynı zamanda başkalarıyla teması düzenleyen, görülmez çizgilerdir. Sınırlar tarafından yeterince korunmayan alt sistemler, ilişki becerilerinin gelişmesini engeller. Örneğin anne baba, çocuklar arasındaki kavgalara sürekli müdahale edip arabuluculuk yaparsa, çocuklar kendileri için mücadele etmeyi öğrenemez.
Minuchin’e göre kişiler arası sınırlar katıdan dağınıklığa farklılık sergiler. Katı sınırlar kısıtlayıcıdır ve dış alt sistemlerle temasa çok az açık kapı bırakır. Bu da kopukluk yaratır. Düğümlenmiş alt sistemler ise yakınlık ve desteğe olanak verir ancak bunun bedeli bağımsız kendine yeterliliğin ortadan kalkmasıdır. Düğümlenmiş anne babalar çocuklarına çok zaman ayırır ve onlar için çok şey yapar, ancak bu çocukları bağımlı hale getirir. Kendi başlarına rahat edemezler ve aile dışında ilişki kurmada sorun yaşarlar.
Peki neden “birlik” ihtiyacı? Kökenini çocukluktan alan, ama hayatın geri kalanında da var olmayı sürdüren evrensel bir arzu vardır, o da rahme, isteklerin ve beklentilerin karşılıksız veya beklentisiz karşılandığı güvenli sığınağa geri dönmektir. Kökeni bebeklikte, yani bu tür arzuların gerçekten doyurulduğu tek zamanda olan birlik düşlemlerinin doğası da budur. Hepimizde var olan rahme/kozaya geri dönme arzusu, savunmacı bir yapıya dönüşerek yanılsamalı bir biçimde dış dünyanın ve iç dünyanın travmalarından korunaklı bir sığınak halini alabilir.
Birlik arzusunun yetişkin yaşamındaki sağlıklı yönlerinin dışa vurumu arasında aşk, cinsel orgazm, düşsüz uyku, fiziksel egzersize kendini kaptırma, yazma ve dualar ve hatta ileri yaşlarda evrenle birliğe bir özlem sayılabilir. Yani aslında birliğe duyulan özlem doğumla başlayan ve duygusal gelişimi etkileyen evrensel bir görüngüdür. Sembiyoz ve bireyleşme yaşam boyu aralarında salındığımız iki kutuptur. İnsanlar genelde iki ayrı kutupta salınırken bazıları sembiyotik tarafa daha yatkındır, bunun sebeplerini anlayabilmek için erken dönem çocukluğunu biraz daha yakından incelemek gerekmekte:
Sembiyoz görüngüsüne gelişimsel açıdan bakıldığında anaçlığın psikosomatik yanlarına bakmak durumundayız. Gebelik boyunca var olan sembiyozun doğumla kesintiye uğradığını, ama anne ve çocuk arasındaki duygusal ve somatik etkileşimde yönlendirici ve güdüleyici bir etmen olmaya devam ettiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Anne-bebek ikili birliğinin somatopsişik sembiyoz evresi içinde kendi egosunun kendi-olmayanlardan ayrılması için vazgeçilmez bir koşul olduğunu belirtir. Çocuk kendi beden hatlarının annesininkinden ayrılığını öğrendikçe, görece yüksek derecede ego farklılaşmasını başarabilir.
Erken sembiyoz yeterli olmuşsa çocuk kademeli ayrılma ve bireyleşme evresine girmeye hazırdır. Yaşamın ikinci yılında bebeği anneden kasıtlı ve etkin bedensel ayrılma ve onunla yeniden birleşme biçimindeki önemli yaşantılara maruz bırakan, hareket yetisindeki olgunlaşmadır. Kapsayıcı bir nesneyle özdeşleşmek için hiçbir fırsatı olmamış çocuklar, kusurlu bir kendilik bütünleşmesinden ve içsel ve dışsal alanlar arasında sağlıklı bir ayrım yapamamaktan mustariptirler.
Sınırlarla ilgili meselenin pek çok konuda olduğu gibi erken dönem çocuklukla çok ilişkisi var. Ancak bu durumun böyle geliyor olması, hayatınızın geri kalanında da böyle devam etmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Kendinizle ilgili süreçlerde ve bir öteki ile yakın olma ihtiyacınızın altında yatan temel süreçleri ve ihtiyaç duyduğunuz duyguları görebilmek ve bunları gidebilmek için farklı pozisyonlar alabilmek yaşam yolculuğunuzda sizi çok daha keyifli bir noktaya taşıyacak bir süreç olacaktır.