Kadın Ruh Sağlığının Geçmişten Günümüze Uzanan Yolculuğu
Yazar Hatice Turan • Psikiyatrist • 12 Haziran 2019 • Yorumlar:
Tarihte ilk kez Hipokrat, kadınlara özgü bir durum olduğunu düşündüğü “histeri” yi tanımlayarak kadın ruh sağlığına bir kapı açtı. Ne yazık ki Ortaçağ’a gelindiğinde Avrupa’da, histeri tanısı alan bir sürü kadın “cadı” ya da “içine şeytan girdi “ gibi iddialarla yakıldı. 19. yy da Charcot, Herman, Freud gibi hekimler tarafından histeri tekrar bir hastalık olarak ele alındı ve bu konu hakkında bilimsel çalışmaların başladığı bir dönem oldu. Fakat tüm bu araştırmalarda kadının ruh sağlığını etkileyebilecek olan sosyal konular 20. yüzyıl sonlarına dek görmezden gelindi. 20. yüzyıl sonunda kadınların maruz kaldığı toplumsal cinsiyetçilik nedeniyle yaşadığı ayrımcılık, kadına yönelik şiddet gibi durumların biyolojik nedenlere ek olarak kadınların ruh sağlığının esas belirleyicilerinden biri olduğu kabul görmeye başladı ve bilimsel çalışmalar bu alana yöneldi. Günümüzde histeri tanımlaması, içinde karmaşık ve birden fazla sendromları barındırması, kişiyi suçlayıcı ve damgalayıcı bir anlam içermesi ve bilimsel olarak tanımlanamaması gibi nedenlerle artık tıp dilinde kullanılmamaktadır.
DSÖ’nün 2002 yılı raporunda kadın ruh sağlığında üreme sağlığına yönelik alanda pek çok çalışma olduğunun fakat bunun yanında diğer alanların ihmal edildiği belirtilmektedir. Rapora göre, biyolojik yatkınlıktan çok kadın ruh sağlığındaki bozulmanın yaşamsal strese, yoksulluğa, eğitimsizliğe, şiddete ve ayrımcılığa erkeklerden daha fazla maruz kalmasıyla ilişkilendirilmektedir
Kadınların yaşamında kültüre, ekonomik duruma ve çevreye özgü farklılıklar ortaya çıkar. Kadınların cinsellikleri, doğurganlıkları, erkeklerle ve toplumla olan ilişkileri ruhsal yapıları üzerinde de farklılıklar oluşturur. Toplumsal cinsiyet rolleri kadın yaşantısını özgürce planlamasında zorluklara neden olurken yaşamını daha da stresli hale getirmektedir. Gebelik süreci, doğum, çocuk yetiştirme, ailenin diğer bireylerinin bakımını üstlenme, ikili ilişkilerde yaşanan zorlanmalar günlük yaşam sorunlarını da arttırmaktadır. Tüm bunların sonucu olarak, kadınların yaşadıkları durumları değiştirilemez olarak görmesi, kendisini daha olumsuz algılama, benlik saygısında azalma, olumsuzlukları içselleştirme ve çevresel değişkenlerden daha çok etkilenme ile sonuçlanır. Sosyoekonomik durum, cinsiyet rolleri, şiddete maruz kalma ve biyolojik faktörler (gebelik, doğum, adet döngüsü, menopoz süreci gibi) kadın ruh sağlığını doğrudan etkilemektedir. Kaygı bozuklukları, duygudurum bozuklukları, bedensel belirtilerin ön planda olduğu somatoform bozukluklar, travma sonrası stres bozuklukları, cinsel işlev bozuklukları ve yeme bozuklukları gibi ruhsal tanılar kadınlarda erkeklere oranla belirgin olarak daha sık karşımıza çıkmaktadır.
Aile içi şiddet kadın ruh sağlığı ile birebir ilişkili önemli bir etkendir. Hem çocuk ruh sağlığını hem de kadın ruh sağlığını yakından ilgilendirir. Hemen her grup kadın için risk mevcut olmakla birlikte eğitimsizlik, yoksulluk, farklı etnik kökene sahip olma, boşanma-ayrılma süreci, yeti yitimine sahip olmak şiddete maruz kalma riskini arttırmaktadır. Şiddete maruziyet ise zaten başlı başına travma sonrası stres bozukluğu başta olmak üzere pek çok ruhsal hastalıkla ilişkilidir. Halen psikiyatrik tanı sistemlerinde, sınıflandırmalarda cinsiyetçi ayrımcılık alanları ya da kadın ruh sağlığı açısından vurgulanması gereken alanlar tartışılmaktadır.
Sağlıklı toplum için kadın ruh sağlığının korunmasının ve güçlendirilmesinin öneminin farkında olmak gerekmektedir. Bu nedenle ruh sağlığı çalışanları olarak, kadın hastalarla çalışırken sadece ruhsal hastalıklar yönünden değil, kadınların biyolojik üreme döngüsü, aile içi veya toplumsal şiddete/ayrımcılığa maruz kalması, eğitim ve çalışma hayatından uzak kalması, sosyal destek yoksunluğu gibi pek çok etkenle karşı karşıya olduğumuzu unutmadan, tedavi seçeneklerimizi buna yönelik planlamayı ve yardımcı destek sistemlerini harekete geçirmeyi hedeflemeliyiz.