Kaygının Kabulü Üzerine
Yazar Müleyke Akkaya • Psikolog • 4 Kasım 2022 • Yorumlar:
Bu araştırmada kaygının ilk varoluşuna dair inanışlardan yola çıkılarak, kaygının psikolojideki yeri, kişilerin bu kaygı kavramını nasıl deneyimledikleri ve asıl kaynaklarının ne olduğu ve en nihayetinden kabul edebilebilen kaygı kavramına dair konulara değinilecektir. Kaygının çıkış anlarına bakarken psikolojik açıdan birçok yaklaşımın tanımlarına değinirken varoluşuna bakarken özellikle felsefe ve varoluşçu düşünceler de göz önünde bulundurularak açıklanmaya çalışılacaktır. Sonucunda varmak istediğimiz nokta aslında kaygının var olduğu bu hayatta kaygını deneyimleme şeklimiz nedir bunu kabul edebildiğimiz anda yaşadığımız duygu halen kaygı iken bize hissettirdiği rahatsızlığın nasıl ortadan kaldığı üzerine daha fazla araştırmalar yapılmasına teşvik sağlamak.
Kaygı
Kaygı ile ilgili bir araştırma yapmaya karar verdiysek eğer insanı merkeze alan ilk filozoflara kadar gitmemiz gerekir. Sokratesten başlayan insanı anlamaya çalışma arzusu, dönemler boyu farklı kültürler farklı tarihlerde devam etmiştir. Kaygıyı yüzyıllar boyunca filozofların, düşünürlerin paikologların üzerine konuştuğu, tartışmaların, araştırmaların konusu olmuştur. Freud ile başlayan insan psikolojisinin yarattığı psikoz ve nevrozların, biliş açısından açıklanmaya çalışması aslında felsefe tarihi boyunca konuşulan konulardan çok uzak değildir. Dindar varoluşçu filozoflardan Soren Kierkegaar, Kaygı Kavramı kitabında yasak kavramı ile bilişte ilk kez kaygının ortaya çıktığına değinir. Kaygının var oluşu aslında insanlığın benliğinin oluşması seçme hakkının ortaya çıktığın anda doğduğunda söz etmiştir. Seçme hakkının olduğunu bilen her insan sonuçlarının da ona ait olduğu ile yüzleşir ve bu yüzleşme anın yarattığı duygudur kaygı. Kaygı sadece yargılamanın etkin olarak vaaz edildiği anda galip gelir. (kierkegaard, 1944, s.60). Burada insan seçim yapmadan arafta uzun bir süre salınabilir varlığını orada sürdüre bir hal alabilir. Işte psikoloji bilimi devreye burada girer ve insanın o ruhsal savaşında hissettikleri ve ileri geri adım atamama hali üzerine insanın düşünceleri, davranışları ve duyguları üzerine çalışır. Kaygı baş dönmesiyle karıştırılabilir. Aşağıya cehennemin ağzını açmış çukuruna bakan herkesin başı döner. (Kierkegaar, 1944, s.68). Bu baş dönmesi hissi belki de bunaltı kaygı, anksiyete gibi duyguları ortaya çıkarır. Seçim yapabilmek de bizi diğer canlılardan ayıran şey der Kierkegaar, kaygıyı hiçbir zaman tecrübe etmemiş insanalar için şu söylenebilir: Adem de salt hayvan olduğu durumda kaygı hiç hissetmemiştir. (Kierkegaard,1944, s.60). Burada anksiyetenin nevrotik/patolojik bir varoluş biçimi değil insanlık durumuna içkin bir yaşantı olarak kavramlaştırıldığını hatırda tutmamız gerekir. Bir bireyin özgürlük potansiyeli ne kadar fazla ise anksiyetesi de o kadar fazla olacaktır.(Sayar, Varoluşçu psikoloji açısından ankaiyete)
Duyguların tamamı aslında canlılığımızı karmaşık bir hale getiren şeydir ve insan olmanın yarattığı karmaşa tam olarak burada başlar. Biyolojik anlamda var olan her canlı için duygudan söz edemezken insan olmanın tek koşulu duygulardır. Temel duygulardan biri olan kaygı çoğu zaman korku ile karıştırılır. Psikolojide kaygının temelinden bir kaynak yoktur kişinin ortada olmayan düşünsel boyutta bir kaynaklanan bir kaygı anksiyete yaşamaktadır. Korkuda ise bir kaynak bulunur. Kişi bir kaza anında zarar görme korkusu yaşayabilir. Fakat kaygıda bir tehtit ortamı yok iken kişi zarar görme hissati içinde bir bunaltı hisseder. Ontogenetik bir varlık olan insan yaşamları için tehdit algıladıklarında “savaş ya da kaç” tekniği kullanırlar. Doğadaki besin zincirinde bir ceylan olarak devamlı bir aslan tarafından yenebilme korkusu taşıyorum. Fakat ceylan su içerken otlanırken ya da sürü içerisinde yaşamını sürdürürken bu korkuyu hissetmek. Aslanın varlığını hissettiği anda bunu yaşar. “varlığını hissettiği anda” burada bizim için önemli olan kelime bu, fakat ben kaygı problemi yaşayn bir ceylan olsaydım eğer aslanın varlığını hissetmeden her an her saniye onun beni avlayabileceği yaşamıma son verebileği düşüncesi ile tetikte yaşardım.
Varoluşçu yaklaşımlara göre (Kierkegaardın varoluşçuluğun temellerini oluşturan kişi olduğunuda unutmadan) insan olarak dünyamızda üç ilişki düzeyinden söz edilir. Unwelt, mitwelt ve eigenwlt.(Göka, 1999, s. 172). Bu ilişki şekilleri doğa ile olan ilişkilerimiz, başkalarıyla olan ilişkilerimi ve kendimiz ile olan ilişkilerimizden bahseder. Bu ilişki şekillerinin en temelinde denge sağlabildiğimiz yerde otantik bir kişi otantik bir varoluştan bahsedilir. Fakat bunun önündeki en büyük engelinde varoluşsal kaygılarımızdan geldiğine inanılır. Bunlardan birincisi, bilinmeyen bir zamanda ölüme yazgılı oluşumuzu bilmemizdir.(Göka, 1999, s.172). Sınırlı bir zamanda var olan kişi varlığının sonlanacağı gerçeği ile yaşamaktadır. Burada ki sonda sadece kendisi ile ilgili değil tüm ilişki içerisinde olduğu canlıların yok olacağı bilgisini taşımaktadır. Ikinci kaynak, bilinçli varlıklar oluşumuz, birden daha fazla bir yol olduğu, seçme hakkımın olduğu yer de verdiğim her kararın sonucundaki iyi veya kötünün sorumluluğunu üstlenmek. Kaygının son kaynağı ise, anlamsızlık ve her şeyin bir anda saçmalayabileceği şekilde tehdide sürekli açık olmamız. Kurduğum bu seçimler ve değerler içerisinde bir anda her şey tam tersine dönebilir ve yok olup gidebilir. Bir çok kez etrafımızda duyduğumuz şu cümleleri hatırlayalım “saçımı süpürge ettim onun için, ben şimdi ne yapacağım”, “onsuz bir hayat da ben kimim bilmiyorum ki”, “ benim evde yemek yapmaktan başka onunla ilgilenmekten başka yaptığım bir şey yoktu ki” bu cümleleri kuran kişilerler karşılaşmışızdır hepimiz. Varlığını tanımladığı her ne ise bu bazen bir eş bir iş bir evlat olabilir, onları kaybettiği anda yaşadığı boşluk hissi, o kaybolmuşluk tam olarak varlığı ile kuramadığı ilişkilerin sonucu. Tüm bu varoluşsal kaygı kaynakları aslında insanın sınırlı bir zamanda var olduğu ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Ölüm zamanımızın; kazalar gücümüzün; verilecek kararlar ilgili kaygılar, bilgimizin anlamsızlık tehdidi, değerlerimizi, yalıtılmışlık ve reddedilme olasılığı, diğer insanlar üzerindeki denetimimizin sınırlılığının yansıtmaktadır (Göka, 1999, s.173). karşılaştığımız bu varoluş kaygısı ile yaşamayı öğrenip onu kabul edebildiğimizde otantik bir kişilik (doğaya, başkalarına ve kendine açık olmak, onları çatıştırmadan bir bütün içinde toparlama) olarak yaşayabilir ya da otantik olmadan varoluş kaygılarından uzaklaşıp nevrotik kaygılarla yaşamayı seçeriz. Nevrotik kaygılarımızı kendimizi tanımlamaya çalıştığımız başkalarıyla olan ilişkilerimiz doğa ile olan ilişkilerimiz ve kendimiz ile olan ilişkilerimiz de kaybolmamızdır. Şu an yaşamakta olduğumuz yüzyılın belki de en büyük sorunlarından biri insanların buralarda tamamen kaybolmaları. O kadar çok bir yerlerde var olma çabası içinde olan insanoğlu hep bir şeylere yetişme telaşındadır ve bu yetişmeye çalışma hali içinde huzurlu bir ruh gözlemlemeyiz. Kişi hep telaşlıdır, geç kalmıştır, koşturuyordur. Diyaloglar hep benzer şekilde yaşanır. Napalım koşturuyoruz işte, iş güç ne olsun vb... Başarı, para, güzellik, zenginlik kavramı içinde kaybolan insan işkolik, alkolik olur. Güzelliğin ne olduğu üzerine düşünmez, düşündürülen şey ne ise, pazarlanan ne ise onun için çabalar. O kadar çok uyarana maruz kalmaktadır ki sosyal medya ve globalleşen digital dünya içerisinde kişi dünya içinde varlık olma bütünlüklerini unutur. Maslow’un varoluş kaygısı ile en başarılı şekilde baş etmiş olan kişilerle olan gözleminde, “Sanki ben bilinci kayboluyordu: dünya ile tüm ayrılıklar ve uzaklıklar ortadan kalkıyor ve kendilerini dünya ile bir hissediyorlar, onunla özdeşleşiyorlar, ona ait oluyorlardı. Ama belki de en önemli, bu yaşantıları sırasında mutlak gerçeği algıladıklarını yaşamın sırrını gözlerinin önünden bir perde kalkmışçasına hissettiklerini anlatmarıydı.” diye söz eder. Kişi coşku ile her duyguyu yaşar. Buradaki coşku kavramında anlatmak istediğimiz insanım ruhunun kendini aşıp yücelmesi dumudur.. Her duyguya kucak açabilmek, insanın varoluşunda olan şey otantik, kendini gerçekleştirmiş,, dünya üzerinde varlık olabilmiş her kim ise öfkelenir, heyecanlanır, kaygılanır çünkü tam olarak da yaşaması gereken şey budur. Her duyguyu kabul edebilmek.
Psikopatolojik bağlamda kaygı, kişinin bir olay karşısından hissetmek istemediği duyguları ve olay sonucunda yaşayacaklarını kontrol etme çabası şeklindedir. Sosyal kaygılar, travma sonrası yaşanan kaygılar, ayrılma kaygısı ve takıntılar, fobiler, ölüm korkusu, hipokondriyazis (hastalık hastalığı), panik atak gibi çeşitli şekillerde karşımıza çıkabilir. Kişinin yaşadığı patolojik boyuttaki kaygıya fizyolojik belirtiler de eşlik edebilir. Kalp çarpıntısı, terleme, nefes darlığı, boğulma hissi, yeme bozukluğu, yorgunluk, bitkinlik gibi durumlar görülebilmektedir. Örneğin; travma sonrası kaygı bozukluğu yaşayan bir insan “karşımdaki konuşmamı bekliyor sanki ona bir şey demem lazım ama ne diyeceğimi bilmiyorum susmak da canımı yakıyor. Konuşamadığım için delirdiğimi düşüneceğini sanıyorum. Bir şey söylemek istiyorum ama olmuyor.”, “kafamın içindeki sesler gitmiyor ya senin başına gelirse ya o an hiçbir şey yapamazsan ya kalp krizi geçirirsen” , “tam göğüsümün ortasına bıçak saplanıyor sanki” şeklinde yaşadıklarını anlatır.. Psikanalitik kurama göre, kaygıyı ortaya çıkaran tehditten kaçınmak için insan benliği çeşitli savunma mekanizmalarına başvurur ve aslında insanoğlunun yaşayabildiği tüm psikopatolojilerin kaynağında bu savunmaların çok aşırı kullanımı yatar. (Freud, 1915). Melanie Klein, Freud’un meme ve çocuk arasındaki benlik ilişkisi kuramını geliştirmiş iyi meme, kötü meme teorisini ortaya koymuştur. Bebek ağladığından çaresizlik içerisinde bakıma muhtaçtır. Açıktığında ona hemen gelen bir meme var ise dünya güvenli bir yer, benlik oluşumu güvenlidir fakat ağladığında o meme(bakımveren) gelmiyorsa dünya güvensiz bir yer olarak algılanır. Kişimin Güvende hissetmediği bu dünya ve benlik içerisinde kaygı ile varolmaktan başka çaresi yoktur.
Horney'de anne-babanın yanlış tutumlarıyla karşılaşan çocuk, insanların güvenilmez oldukları ve dünyanın tekin bir yer olmadığı konusunda temel bir güven sizlik ya da kaygı geliştirir (Horney, 1 950). Sullivan ise kaygının "kişiler arası" doğasına dikkat çekmiştir. Küçük çocuk annesinin şefkat göstermesi için kişilerarası kaygı duyarken, yetişkin insan da tüm toplumsal ilişkilerinde kabul ve onay arayışıyla, bunun kişilerarası kaygısını yaşar (Ailen, 1994). Fromm, gelişen insanın bağımsızlaşma ve bireyleşme sürecinde giderek yalnızlık (ve bağlantılı kaygı) sorunuyla başbaşa kaldığını ve bunun dayanılmazlığı karşısında çoğumuzun bağımlılığı seçtiğini, "özgürlükten kaçtığını" düşünmüştür.
Soren Kierkegaard'a göre, kişinin Tanrı karşısındaki durumunu değerlendirdiğinde, kendisini varolmaya layık görmemesi ve dolayısıyla da ölümü yakın hissetmesi "varoluş kaygısı"nı (existential anxiety) oluştururken, günahkarlıkla bağlantılı bu kaygı insanı tanrıbilime yaklaştırmaktadır (Kierkegaard, 1 844). Buna karşılık, çağımız varoluşçu felsefesinin kurucularından biri olarak kabul edilen Martin Heidegger'e göre kaygı, çeşitli varoluş durumlarındaki kişinin dünyanın içinde varolmayı duyumsamasını sağlar, "hiçliğin" kendisine seslenmesidir, kendisi ve dünyanın gerçekliğini kavramasını sağlayan en temel deneyimdir (Heidegger, 1 927).
Kaygının Kabulü
Kaygının varoluşu ve çeşitli alanlardaki tanımlamaları yukarda değinildiği gibidir. Burada ele alınan kısıtlı yaklaşımlardır, elbette ki hepsinin içerisinde çok daha derin ve başka süreçler olduğu gibi literatürde bambaşka yaklaşımlar da vardır. Tanımlanan bu süreçlerin hepsinde ortak bir nokta gözlemleyebiliriz. Kaygının kabulü, Kierkegaar’dan, Freud’a, varoluşçu yaklaşımdan hümanist yaklaşıma kadar, kaygı içinde olan kişinin bu ruhsal süreçten çıktığı noktada hep bir kabul vardır. Sonlu olduğunu kabul etme, kusurlu olduğunu kabul etme, tanrı tarafından sevildiğini kabul etme. Varlığını bir yerde tanımlayarak her ne yaşıyorsan o durumu içinde hissetme hali. Rolla May, Yaratma Cesareti kitabında kaygı üzerine yaptığı bir çalışmadan şöyle bahsediyor.
“Kaygının anlamı üzerine araştırma yapan bir lisansüstü öğrencisiyken kaygıyı bir bekar anne topluluğunda -New York City’nin bir bakımevindeki 18-20 yaşlarındaki gebe genç kadınlar üzerinde- incelemiştim. Kaygı üzerine profesörlerimin de kendiminde hoşuma giden iyi, güçlü bir varsayımım vardı- bireylerdeki kaygı eğilimi anneleri tarafından ne ölçüde dışlanmış olduklarıyla orantılıydı. Genç kadınların yarısının varsayımımıma mükemmel uyduğunu gördüm. Diğer yandan öteki yarı hiç de uygun değildi. Bu ikinci gruptaki kadınlar Harlem ve Alt Doğu Yakası’ndandı ve anneri tarafından temelli dışlanmışlardı. Proteler anneler çocuklarını dışlamışlardı, ama bunu yaparken kuşkuya yer bırakmamışlardı. Çocuklar dışlandıklarını biliyorlardı; sokağa döküldüler ve kendilerine yeni yoldaş buldular. Durumlarından hiç kaçamak yoktu. Dünyalarını iyi de olsa kötü de olsa tanıyorlardı ve kendilerini dünyalarına yerleştirebildiler. Oysa orta-sınıfın genç kadınları ailelerinde hep aldatılmışlardı. Onlar hala sever gibi görünen anneler tarafından dışlanmışlardı. Kaygınıni içiinde olunan dünyayı tanıyamamaktan, kişinin kendinin kendi varoluşunu yerleştirememesinden geldiğini gördüm. Kaygının kaynağı, dışlanmanın kabullenilmemesindeydi.”
Tabiki bu araştırma modelinin kısıtlılığı ve kişilerin bağlamsal özelliklerine baktığımızda mutlaka eksiklikler vardır.farklı örneklemler düzeylerinde farklı sonuçlarla karşılaşabileceğimizi unutmamalıyız.
Bilişten uzak farkındalık seviyesi çok gelişmemiş, seçme hakkının farkında olmayan bireylerde de kaygı çok fazla gözlemlemeyiz. Entelektüel anlamda gelişmiş bireyin kaygı seviyesi de gittikçe artmaktadır. Kaygı Kierkegaard'a göre, her zaman özgürlüğe yönelimli olarak anlaşılmalıdır; özgürlüğü insan gelişiminin amacı olarak tanımlayan düşünür, özgürlükle insanın önünde serili imkanlara atıf yapmaktadır. İnsan önünde yeni imkanlar bulabilen, bu imkanları değerlendiren, onları gerçekleştirebilen kişidir. Her imkanın gerçekleşmesinde anksiyete saklı olarak vardır. İmkan yani 'yapabilirim' gerçekleşmeden önce ara durak anksiyetedir.(Sayar, varoluçşu psikoloji açısından ankaiyete). Eğer hayatta kalmak için çalışmak zorunda olan bir kişi isem ve başka bir seçeneğim hiç olmadıysa, o düzen içerisinde varlığımı sürdürür ve belki de orada varlığımın sonlanışını yaşarım. Fakat kişinin hayat ile olan ilişkisindeki farkındalığı arttıkça seçtiği hayat yolculuğunda pekala başka bir seçenekte olacağını bilir. Bunu hayatın içerisinde genelde şöyle gözlemleriz. Yaşamakta olduğum problem hoşuma gitmeyen o şey her ne ise o yolu seçmeyip başka bir tercih yapsaydım hoşuma gitmeyen bu duyguyu yaşamayacaktım hissi yaşar kişi. Bu okulu seçmeseydim, bu eşi seçmeseydim, bu konuyu seçmeseydim, bu yoldan gelmeseydim bunlar başıma gelmeyecekti. Annem beni sevseydi, babam bana güven verseydi, belki de bunları yaşamayacaktım. “Eğer” için de yaşamak kaygının en zor hali. Tillich’in bahsettiği tanrı beni yaratmış ben o zaman tüm varlığımla ne olursa olsun değerliyim, annem beni sevmese de beni ondan daha üstün bir sevgi ile yaratan tanrıya sığınmak. Tanrı sevgisi olarak tanımladığımız bu baş etme yönteminde, Kierkegaar’dın da kaygı sadece tanrı sevgisi ile yaşadığımız bu kaygı ile başa çıkabiliriz dediği noktada yine bir kabul vardır. Kişi annesinin onu sevmediğini kabul eder ve kendi varoluşu başka bir yerde tanımlar. Hangi biliş düzeyinde olursam olayım kendi varlığımı tanımladığım değer her ne ise oradaki çatışma sonlandığında, beklentim olmadığında değişmesini beklediğim şeyler sonlandığında kaygım belirli bir seviyede kalacaktır.Kabul etmiş olmama rağmen devam eden bu kaygı, hayatın belirsizliği içinde seçimlerim ve yolumun bittiği o ana kadar devam edecektir. Temel kaygı, sonu olan bir varlığın yokluk tehdidine dair kaygısı yok edilemez. O varoluşun kendisi ile ilgidir (Tillich, 2014, s.63).
“Her şeye rağmen” tam olarak kabul etmenin gücünü görüyoruz. Ben her ne yaşıyor olursam, toplama kampında yaşam mücadelesi veren biri olsam da, kitaplarından başını kaldırmayan biri olsam da, annesi tarafından sevgi görmemiş dışlanmış, babası tarafından terk edilmiş, güven duygusunu hiç hissetmemiş bunların farkında veya değil hayatın neresinde olursam olayım o an da bulunduğum her ne ise eğer başa çıkamadığım bir kaygıdan bahsediyorsam kabul edemediğim bir şeyler olduğunu bilmeliyim. Her şeye rağmen sınırlı bu hayat yolculuğunda sonlanacağımı bildiğim varlığımı bir yere koyabiliyorsam onu değerli kılabileceğim bir alan yaratıyorsam o zaman kaygı kabul görmüş ve baş edilebilir noktadır.