Olumsuz Duyguların İnkarı
Yazar Eda Yılmaz • Psikolog • 7 Temmuz 2020 • Yorumlar:
Her duygu varoluşumuzun bir parçasıdır ve hepsinin bir işlevi vardır. Öfke, korku, kaygı, üzüntü gibi olumsuz duygular doğal, insani ve harekete geçirici duygulardır. Hiçbir duygu durup dururken ortaya çıkmaz, olumlu veya olumsuz eğer bir duygu varsa bize neye ihtiyacımız olduğunu anlatmaya çalışıyordur. Duyguyu yok saymak, izin vermemek o duyguyu ortadan kaldırmaz. Örneğin, kendisini çok üzgün hisseden ve ağlayan bir arkadaşınızın yanında olduğunuzu düşünelim. O esnada ne yapıyorsunuz? Onu başka şeylerle meşgul ederek kafasını dağıtması, iyi hissetmesi ve ağlamasının bitmesi için mi uğraşıyorsunuz? Ne hissettiğini anlamaya çalışmadan, olumsuz duygusuna eşlik etmeden onun üzüntülü duygu durumdan çıkması için mi çabalıyorsunuz? Peki, kendiniz üzüldüğünüzde, öfkelendiğinizde, kaygılandığınızda da mı aynı şeyleri yapıyorsunuz? Olumsuz duygularla kalabiliyor musunuz yoksa hemen geçsin mi istiyorsunuz? Olumsuz duygularınıza izin yok mu? Acı, öfke, hayal kırıklığı, kıskançlık, üzüntü ya da kaygı; inkar etmeden, geçip gitsin diye ısrar etmeden, hemen kurtulmaya çalışmadan, yok saymadan yaşanırsa eğer geçecektir. Eğer kendi olumsuz duygularınızı inkar ediyor ve izin vermiyorsanız, başkalarının olumsuz duygularına ve acısına eşlik etmek de zorlaşır.
Olumsuz duyguların hissedilmesi; toplumun değer yargılarına göre çocuğun yargılanması, cezalandırılması ve reddedilmesine sebep olacaksa, çocuk bu duygularını bastırır ve ortaya çıkmasına izin vermez. Örneğin; öfkesinin yıkıcı olabileceğine inanır, öfkesini ortaya çıkarırsa anlaşılmayacağını ve yargılanacağını düşünür böylece öfkesini bastırır. Alice Miller, “Beden Asla Yalan Söylemez” adlı kitabında, duyguların inkar edilmesinin beden üzerindeki etkisinden bahseder. Miller, gerçek hislerimiz ve ahlaki kuralara uymak için hissetmemiz gerekenlerin yarattığı çatışmaya odaklanmıştır. Kabul edilmiş değer yargılarına uymak için hissedilen kötü duygular yok sayılırken, hissedilmeyen iyi duygular zoraki hissedilmeye çalışılır. Ancak; gerçek duygular zorla hissedilemez. Miller, her koşulda –suistimale rağmen- anne babaların sevilmesi gerektiğini söyleyen bir ahlak ve değer sistemini kabul etmenin gerçek duygulardan vazgeçmek anlamına geldiğini belirtir. Sevilebilmek için kötü duygularını inkar eden kişi ancak bütün duygularını kabul ettiğinde özgürleşir ve sevgiyi bu şekilde talep etmeyi bırakıp değer yargılarına boyun eğmeye son verdiğinde, sevgi kendiliğinden ortaya çıkar. “Çocukluklarında sevilen insanlar, bunun karşılığında anne ve babalarını seveceklerdir onlara anne ve babalarını sevmelerini söyleyen bir emre gerek yoktur. Bir emre itaat, asla bir sevgi doğuramaz.” (Miller, 2015).
Kitabın “Söylemek ve Gizlemek” bölümünde olumsuz duyguların inkarının beden üzerindeki etkisi birçok yazarın biyografisi eşliğinde anlatılmıştır. Örneğin; Marcel Proust’un annesine yazdığı bir mektuptan kısa bir pasaj içselleştirdiği ahlak ve astım hastalığı arasındaki ilişkiyi gösterir niteliktedir. “Seni mutsuz etmek ve bu atakları yaşamamak yerine atakları geçirmeyi ve seni mutlu etmeyi tercih ederim.”
Miller, psikoterapistlerin işlevini ise olumsuz duygulara eşlik edebilecek, içimizdeki çocuk için yoldaş olarak hareket edecek, bedenin dilini anlayacak, anne-babaların bir zamanlar yok saydığı duygu ve ihtiyaçları dikkate alabilecek “aydınlanmış tanık” olarak tanımlar. Psikoterapiye birçok farklı sebeple başvurulabilir –yeme bozuklukları, alkol-madde bağımlılıkları, bedensel yakınmalar, depresyon, anksiyete vs.- fakat birçoğunun kökeninde duyguların bastırılması, ifade edilememesi ve karşılanmamış ihtiyaçlar vardır. Psikoterapi süreci içerisinde, danışanın kendi hikayesini keşfetmesine ve duygularını özgürce ifade edebilmesine olanak sağlanır. Miller’ın kitabında yer verdiği Andreas olgusu; içindeki çocukla temas etmiş, bir gün her şeyin değişeceğini uman çocuğun acısını hissetmiş ve hissettikçe kilo vermeye başlamıştır. Duygularını uyuşturmasını sağlayan yiyeceklere ve alkole ihtiyacı kalmamıştır çünkü özgürlüğe olan ihtiyacını daha uygun yollardan -ebeveynlerinden bağımsızlaşarak- karşılamaya başlamıştır.
Bastırılmış duyguları hissedebilmek, gerçek olanı inkar etmemek, bedenin hatırladıklarını bilinçli olarak kabul etmek, çocuklukta içselleştiren ebeveyne olan zehirli bağlılığı sona erdirmek ile yetişkinliğe erişilir (Miller, 2015).
“Anne babamızın çocukken bizi mahrum bıraktığı şeyi bir gün bize vereceklerine dair beklentimizden vazgeçmemiz gerekir.” (Miller, 2015).
Psikoterapide amaç; ebeveynleri affetmek ya da onlardan intikam almak değil, onları oldukları gibi kabul etmektir. Ancak o zaman özgürleşir, kendimize saygı duymayı öğreniriz ve bedenimiz de anlaşıldığını ve korunduğunu hisseder.