Seyircisiz Tiyatro
Yazar Selahattin Baklacı • 10 Eylül 2024 • Yorumlar:
Bu aralar herkesin ağzında Ezginin Günlüğü’nün “Dargın mıyız?” albümünden bir parça var.
Parçanın ismi “Eksik bir şey mi var?”. Sözlerine bakalım önce:
“Eksik bir şey mi var hayatımda,
Gözlerim neden sık sık dalıyor?
Eksik bir şey mi var hayatımda?
Gökyüzü bazen ciğerime doluyor.”
Açıkçası tesadüflere pek inanmıyorum. İnsanların hep bir ağızdan bu parçayı söylemesinin üzerinde durulması kanısındayım. Toplumsal olaylar, doğal afetler, adil dünya inancının birey tarafından tesis edilememesi gibi nedenlerin yanında daha temel bir meseleden söz açmak istiyorum.
Doğumumuzdan itibaren bir kültürün içine doğuyoruz. Bizi biz yapan her bir parça henüz bedenimiz ve zihnimiz boş bir tahta iken çevremizde duyduğumuz, gördüğümüz, sezdiklerimizle tahtaya yazılıyor.
Tahtaya yazılan şeyler kimi zaman değişirken kimi zaman gelişmektedir. Sonuçta yavaşça elekten geçen ve bize karışan; bizim için vazgeçilemeyecek derecede olan kişilerden kalan ham maddelerin bazılarını içimize alıp bazılarını dışarı atıyoruz. Hamurumuzun ham maddesini türlü değirmenlerden topluyoruz.
İçimize aldığımız her türlü tutum, davranış, düşünce henüz dışarıya bağımlıyken (bebek iken) dönemde bizi hayatta tutan, ihtiyaçlarımızı karşılayan kişinin; ihtiyaçlarımızı karşılamaya devam etmesi için, ona karşı kullanabileceğimiz stratejiler, oyunlardır. Dolayısıyla bizi biz yapan aslında bizden başkalarıdır. Onların alkışı, dikkati, bakışı için sergilenen oyunlar…
Dolayısıyla henüz çocukken başlayan bu oyunlar gün geçtikçe şekil değiştiriyor. Bu sefer yalnızca temel ihtiyaçlarımızın karşılanması için değil, manevi ihtiyaçlarımızın (onaylanma, takdir edilme, duyulma, sevilme, değerli ve başarılı hissetme; en önemlisi bizi bakışıyla, bilmesiyle varlığımıza katılması…) da onaylanması için benzer yolları, oyunları kullanıyoruz. Yine maksadımız bizi değerli hissettirecek ve manevi tatminimizi sağlayacak kişilerin, ilgisini çekmek ya da ilgisinin başka yöne kaymasını engellemek oluyor.
Yola çıktığımıza göre yavaşça bizi ana sorumuza yönlendirecek ara yollara sapabiliriz:
Çevremizde sevgisini/ilgisini istediğimiz kimse yok ise? Ya da oyunlarımızla, stratejilerimizle kimsenin ilgisini çekemiyorsak ne olur? Dahası herkes bu ilgi ve alakayı vermek yerine almayı beklerse…
Bilinmeyi, takdir edilmeyi, sevilmeyi başarılı hissetmeyi beklerken insanların bir başına kalması gibi bir tehlike ile karşı karşıyayız. Toplumsal, ekonomik süreçler kişilerin birbirine ayıracak zamanını oldukça kısıtlıyor. Kısıtlı zamanda insanlar ilgi ve alakayı vermek yerine almak için çabalıyor. Herkesin oyuncu olmak için çabaladığı bu sahnede, sahnedekileri kim alkışlayacak? Bunu destekler nitelikte şöyle bir örnek verebiliriz. Duygusal ilişkilere baktığımızda benzer bir süreç yaşanıyor olabilir. Bireyler sevmekten çok sevilmekle ilgileniyorlar. Kişiler kaynaklarını daha çok sevilmek için harcıyorlar gibi.
Doğal olarak insanların, sahnede sergiledikleri oyunlarının izleyicisinin olmaması sebebiyle, sergiledikleri oyunlar oldukça beyhude bir çabaya dönüşüyor. Sahnede olan tatmin olamazken izleyici olmaya razı gelenlerin tek tük alkışları ise duyulmuyor. Bu bizi bir trajediye götürüyor. Ne kadar başarılı bir oyun sergilerseniz sergileyin tatmin olacak alkışları duyamıyoruz. Attığımız taş ürküttüğümüz kuşa değmiyor. Böylece umutsuzluğa kapılıyor, ne yapsak kendimize yaranamıyoruz.
Ne yapmalı?
Birileri için endişe duymanın iyileştirici bir yanı var. Bizi merak etmelerini ve bizim için endişelenmelerini beklerken biz de merak etmeli, endişelenmeliyiz. Kimi vakit sahnede oyun sergilerken kimi vakit seyirci olmaya razı gelmeliyiz. Mücadelesine hak verdiğimiz insanlarla kol kola, yan yana olmak, belki bir şarkıyı beraber söylemek, doğruyu beraber savunmak boşluğu doldurmasa bile derinliğini azaltacaktır. Anne olup karşımızdakinin çocukluğuna katlanmak da bir seçenek. İlk paragrafta bahsettiğim parçanın önerdiğini yapabiliriz mesela, eyleme geçebiliriz:
“Kalksam duraktan dolmuş gibi
Arka koltukta unutulmuş gibi
Terliklerimle gelsem sana
Sonunda aşkı bulmuş gibi”