Varoluşçuluk Bağlamında Darian Leader'in Kesinlikle Bipolar Kitabı Üzerine İnceleme
Yazar Sena Keklikçioğlu • Psikolog • 28 Temmuz 2020 • Yorumlar:
“Hepimiz duygularımızın içinde ölü gibiyiz. Manik kişiye olan şey, canlanmaktır. Gelecek
öylesine umut, öylesine başarı, öylesine zenginlik vaat etmektedir ki kişiyi risk almaktan
alıkoyan sıradan bariyerler kaybolmuştur. Hiçbir karşıt veya engel yenilemez ve aşılamaz
gözükmez.”
Kitapta bahsedilen manik döneminde kişinin hissettiği bu durumları yaşamın içindeki
boşvermişlikle değil, tam aksine hayatın anlamını yoğun bir arayış hissiyle
açıklayabileceğimizi düşünüyorum. İnsan var olduğunu, varlığına atfedebileceği anlamların
varlığını rutine indirgenmiş davranış kalıplarından sıyrıldığında hissedebilir. Bu durumda
manik kişiye sorumsuz ve kaygısız demek yanlış bir düşüncedir. Manik kişi fikir ve projeleri
için çevresinden borç veya herhangi bir yardım alabilir. Bu yardımları, etrafındakilerin anlam
veremeyeceği şekilde harcayarak dikkatleri üzerine çekebilir. Taa ki borçlarının ödemeleri,
cinsel olarak partneriyle problemler gibi birçok engelleyici ortaya çıkana dek. Kişi
kaygılanmaya, paranoid düşünceler düşünmeye başlar. Heidegger’in yaşamın kaygısından
fazla uzaklaşırsak “vicdanın çağrısı” ile onlara geri çekileceğimizi söyler. Kişinin aldığı mesaj
kendine geri dönme ve potansiyelleriyle tekrar bağ kurma çağrısıdır. Yani özgürlüğümüzü
azimli bir şekilde doğrulayacak olan ve “onlar” ağına düşebilme eğilimimize direneceğimiz
seçimlerimize bir çağrıdır. Manik kişinin duramadığını hissettiğinde gelen bu muğlak
durumun kaygı sayesinde çözüldüğünü düşünüyorum. Kaygı, öfke patlamalarına sebep
olabilir fakat bütün duyguların bir değer göstergesi olduğu unutmamalı. Öfke, değer
verdiğimiz şeyin tehlikeli bir şekilde tehdit altında olduğunu anlatır. Öfke, o değer verilen
şeyin son bir enerji ve gayretle elde etmeye hakkımızın olduğunu hissettirir. Sadece manik
semptomlar gösteren kişileri değil, yeryüzünde hissedebilen her insan için bu durumu
düşündüğümde kaostan önceki son durak olarak öfkeyi görüyorum. Şüphe nasıl paranoid
düşünceleri getiriyorsa, bu düşüncelerin herhangi birinin veya hepsinin gerçekleşme ihtimali
de bu patlamaları getiriyor olabilir. Mani dönemindeki kişi içi hem fiziksel hem sosyal
boyuttaki çelişkilerle yakın temasta olduğunu söyleyebiliriz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan
ve sürekli yeni planlar düşünürken fiziksel boyutunda; diğer insanların kabul görüp
görmeyeceği olasılıklarını göz ardı ederek doyumsuz gibi görünen harcamaları ve genel hayat
planları sosyal boyutunda yaşadığı uç durumları açıklayabilir. Varoluşumuzun bu
boyutlarında manik kişi kendisini koyduğu dev aynasından giderek uzaklaşmaya başlayınca
zayıflığını fark eder. Hayal kırıklığıyla da olabileceği gibi yorulmuşluk ve tükenmişlik hissi
ile depresif bir duygu duruma geçer. Bu kişi hem kendisinin hem başkalarının hayal kırıklığı
ve öfkesini üstlenir. Bu sorumluluğun her bireye ağır gelebileceğini düşünüyorum. İyi şeyler
yapmak isteyen insanların ödeyeceği bir bedel olarak; depresif dönemine başarısızlıklarıyla
birlikte geçiş yapabilir.
“Manik-depresif öznelerin sıklıkla uysal ve sorumluluk sahibi çocuklar olarak
tanımlandıklarını not etmekte fayda var. Bu da çocuğun meydan okumak yerine uymaya
çalıştığı bir idealin varlığını akla getirmektedir.
Fromm-Reichmann’ın sosyal zeminine dair söyledikleri kelimesi kelimesine doğru kabul
edilmek zorunda değil, fakat manik-depresyonda ideallerin etkisi üzerine yaptığı vurgu
kesinlikle doğrudur. Çocuk en nihayetinde varması gerektiği noktaya vardığında gerçek bir
doyum olmayacaktır. Çünkü bu her zaman bir başkasının ideali olmuştur.”
Kitabın bu kısmı bana kişisel boyutumuzu anımsattı. Bu boyutun ilk kısmında yalnızca ne
olduğumuzu keşfederiz. Daha sonra kimsek, o olduğumuzu ve diğer herkesten farklı ve ayrı
olduğumuzu keşfederiz. Deneyimlediklerimiz ne kadar bize özel ve kişiselse, anlayışımız ve
farkındalıklarımız da bir o kadar bize özel ve kişiseldir. Dünya’yı deneyimleyişimiz her
zaman bir ‘bana ait’ hissini de içerir. Ancak kendi kimliğimizi güçlendirmekle ilişkiler
tarafından alınıp götürülmek arasında gerginlik yaşarız. Tam bu noktada yaşamımızın
kontrolünün elimizde olması için kendi kararlarımızda kişisel sorumluluğumuzu üstlenmemiz
gereklidir. Sartre’nin de dediği gibi “İnsan özgür olmaya mahkumdur,”. Yani özgürlükten
kaçamayız. İnsan ancak kendi seçimlerinin sorumluluğunu aldığı zaman eylemlerinin ve
kendi hakimiyetinin sonuçlarından ders çıkarabilir. Sorumluluğu yanlış anlamamızın iki yolu
vardır: Birincisi birinin sorumluluğu bulunmayan konuda sorumluluk alması, ikincisi de
sorumluluğu bulunan konularda sorumluluk almayı reddetmektir. Manik-depresif kişilerle
beraber bütün insanlığı kapsayacak şekilde yaşamımızdaki sıkıntıların çoğu bu iki yanlış
anlamadan kaynaklanır. Tıpkı kitapta bahsedildiği gibi başkalarının ideallerini
gerçekleştirmek için yaşayan insan, kendini tanımak ve hissetmekte yetersiz kalabilir.
Geleceğe dair geçek anlamda bir hayale veya soruya sahip olmayan insanların çevredekilerin
yaşamlarını göz önüne alarak daha muğlak ve tutarsız sayılabilecek kimliğe sahip olduklarını
söyleyebiliriz. Kimliğimizdeki değişimse ancak üzerine düşünme ve zaman içerisinde olabilir.
“Manik kişilerce kalkışılan projeler sıklıkla doğrudan diğerlerine yardım etmekle,
yanlışlarını düzeltmekle ilgilidir veya bir tür koruma eyleminden oluşur.”
Kişinin fütursuzca yaptığı harcamaları, projeleri incelendiğinde bu davranışların motivasyon
kaynağı olarak hayırseverlik karşımıza çıkıyor. Bu hayırseverliği altında yatan sebeplere
bakacak olursak varoluşsal suçluluk görebiliriz. Kişi, otantik ve otantik olmayan eylemlerin
muhakemesindedir. Hayatının yazarlığını ve hayatına dair sorumluluklarını reddetmesi otantik
olmamakla ilişkilidir. Bir eylemi otantik yapansa o eylemin oluşturabileceği durum ve olası
sonuçlarına dair bilgilere hâkim olunarak seçilmiş ve sahiplenilmiş olmasıdır. Farkında olarak
yaşamaktır. Otantik olmak ve olmamak durumlarını uzun süre tek başına sürdürmek zordur.
Aslında her tutumumuzun içinde ikisinden de bir miktar barındırırız. Bir başka açıklama
olarak Heidegger’e göre insanlara uyum gösterme sürecimizi, otantikliği kaybetmek ya da
başkaları tarafından yaşamımıza el konulmuş olma hali olarak tanımlar. Otantiklik ise sahip
çıkılmış bir haytan, kişinin kendi kararlarını sahiplenmesinden geçer. Bu açıdan baktığımızda
varoluşsal suçluluğun, potansiyellerimizi gerçekleştiremememizden, daha fazlasını
yapabileceğimizi fark ettiğimiz zamanda yaşadığımız suçluluktan kaynaklandığını
söyleyebiliriz.
Manik kişide bu suçluluk hissi o kadar yoğun yaşanıyor olmalı ki bir anda kendini herhangi
bir canlı için feda etmeye hazır hale getiriyor.
İnsanlara karşı olan bu iyi ve yardımsever tutuma tinsel boyutta yaşanılan iyi ve kötü
arasında yaşadığımız çelişki açısından bakacak olursak, manik öznenin iyicil bakış açısını
hiçbir şey lekeleyemez ve eğer bir şeyler bu bakış açısını etkileyecek olursa öznenin
gerçekçiliği temel iyiliğine ve uyumluluğuna kendini bir kez daha ikna ederek o noktadan
uzaklaştırır. iyi ve kötünün uçlarda yaşandığını gösteriyor. Manik dönemde kabullenilemeyen
kötü, depresif dönemde kabul görmeyen iyi olarak keskin bir şekilde ayrışıyor. Melanie
Klein’a göre manik-depresifler kişileri dehşet verici şekilde korkutan şey, Ötekiler’in
paramparça olmasıdır. Manik-depresif kişilerin sadece iyi ve kötü ayrımında değil sevgi ve
nefret ayrımında da keskin uçları vardır. Varoluşun getirdiği tüm bu çelişkileri bir kılıcın
keskinliğinde yaşamak bireyi ne kadar yorucu deneyimlere savurduğunu tahmin etmek hiç zor
değil. Manik kişi, Sartre’nin “Sevmek, sevilmenin projesidir.” sözünü anımsatan, sevgi
dozunu bir hayli aşan tutumlarıyla, beklentilerini hiçbir şekilde karşılayamayacak sevgiyi
arıyor. Haliyle bu durum hayal kırıklığı ve umutsuzluğu getiriyor. İster istemez yaşam içinde
yolumuzun kesiştiği her kişiye bir beklenti yüklüyoruz. Beklentiler denizinde boğulmamak
için bana göre kullanacağımız en önemli can yeleğimiz ölüm gibi saf bir gerçeğin varlığı.
“Maninin bir kayıptan sonra tetiklendiği birçok örnek olduğu kesindir ve burada inkâr
sıklıkla temel mekanizma olarak görülür. Ancak aynı zamanda, sevdiğimiz birini kaybetmek
bizi, onların bizim için ne olduğu ve bizim onlar için ne olduğumuz gerçeğiyle yüzleştirir. Çok
açıkça ortada olan inkâr motifinin ötesinde muhtemelen sevdiğimiz kişiyi, bizi bırakmış veya
ölmüş olsa da korumakla ilgili çok derin bir endişe yatmaktadır. Her şeye rağmen
kaybettiklerimiz fiziksel olarak artık burada olmasalar da bizim için var olmaya devam
ederler.”
Ölüm, insanlık haline amansız bir tanrı vergisidir. Heidegger’e göre yıkımımıza (yani
ölümümüze) doğru savrulmuş bu hayatın farkındalığı çok büyük bir kaygıya yol açar. Bu
kaygıyı uzaklaştırmak adına birçok filozof ve psikolog deneyebileceğimiz stratejiler olduğunu
söylemişlerdir. Bu stratejiler için Heideggerci görüş, bir nebze rahatlatıcı fakat sonuç olarak
yarardan çok zarar getireceğini savunur. Bana göre ölüm net bir gerçekliğe kullanılan kendini
kandırma metotları otantik olmayana doğru bizi sürükler. Hatta ölüm farkındalığının yaşamı
zengin kıldığını söyleyebiliriz. Kendi ölüm gerçeğiyle yüzleşemeyen bireyin yakınlarının
ölümü ile de yüzleşemeyip inkâr ve depresyon yaşayacağı tahmin edilebilir. Tıpkı kitapta da
bahsedildiği gibi manik özne, muhafaza etmek ve yıkımı dengelemek arasında ikilemdedir.
Muhafaza etmek için aşırı bir güven ortamı sağlamaya çabalar. Bu güvenle ilgili baskın
düşüncenin birileri için ölemeyeceğimiz veya kimsenin bizim için ölmeyeceği gerçeğiyle
yüzleşememekten kaynaklandığını düşünüyorum. Yıkımı dengeleme girişimi ise nefret ve
sevgi arasındaki keskin ayrıma harcanan efor olabilir. Sevgi ve nefretin birbirlerini
zehirlememeleri için harcanan enerji, kişiyi maniye iten sebep olabilir mi sorusu aklıma
takıldı.
Varoluşsal ikilemlerde kişi iki durumun kaygısını da yaşayarak hayatına geçici de olsa bir
anlam atfedebilir. Manik-depresif olarak adlandırılan öznelerin ikilemlerde sıklıkla bocaladığı
ve her ikilemi en uç noktadan deneyimlemeleri hayatın geçip gidiciliğinde anı kaçırmalarında
en büyük etken diyebiliriz.
“İnsan çabası ve başarısı hiçbir şeydir lakin hepimiz bir gün toza dönüşeceğiz. Manik
depresifin düşüncelerini ölümün ürkütücülüğü işgal ettiğinde hayatın ihtişamı bir anda yitip
gider. Melankolik, yıkıcı süreci kendine atfederek mahvolduğundan ve yıkıldığından şikâyet
ederken, manik-depresif ise süreci dışarı atfeder. Fark “Ötekini mahvettim” ile “Öteki beni
mahvetti” arasında kendini gösterir.”
Mücadele etmek zorunda olduğumuz tüm ikilemlerin içinde ölüm ve yaşam arasındaki gerilim
en esaslı olanıdır. Ölmek için doğmuş olmanın gerçekliği, bize en nihayetinde her şeyin geçici
olduğunu gösterir. Manik özne bu gerçeklikten uzaklaşmak sonsuzluk kavramında yaşamak
gibi bir yol izlese de hayatın getirileri bu geçici baş dönmesini durdurabiliyor. Zaman zaman
hepimiz Sartre’nin kötü inanç olarak bahsettiği kendimizi kandırmaya ihtiyaç duyabiliyoruz.
Bu kandırmacaların iyi veya kötü olduğu tartışılabilir fakat varoluşsal ikilemlerde yapıldığı
takdirde kişinin kendi potansiyelini gerçekleştirememesinden dolayı suçluluk hissi yaratabilir.
Bu suçluluk bazen de diğerleri için yaşanılabilir. Manik-depresif kişiler için bahsi geçen
“Ötekini mahvettim.” düşüncesi yaşadığımız dünyaya olan borcumuzu ödeyememizden
kaynaklanıyor olabilir. Kitapta birçok bölümde bahsi geçen fedakârlık temasında, birine karşı
borçlu hissetme temeli olduğunu düşünüyorum. Daha iyisi yapabileceğimizi bile bile
kendimizi bazen görmezden gelebiliyoruz. Bu görmezden gelmeler ne kadar çoksa kişinin
daha sonrası için sorumluluk hissetme oranı o kadar artıyor. Sorumlulukların büyüklüğü ise
ardından depresyonu getiriyor. Hayatın bir sonu olduğu gerçeği yükü insana nefes aldığı
sürece yetebilecekken bir de yaşadığımız dünyaya karşı olan sorumluluğumuz var.
Yaşadığımız dünyaya getirdiğimiz neslimizi de içine katacak olursak zaman zaman depresif
düşüncelere dalmakta çok haklı sebeplerimiz olduğunu görebiliriz. Peki oyunun tam bu
kısmında ekranı kapatıp neden gitmiyoruz? İnsanı ayakta tutan bir şey de merak diye
düşünüyorum. Yaşam için kurduğumuz milyonlarca kurgu ve karar, bizde “Ee sonra ne
oldu?” heyecanını yaşatıyor. Merak ardından umudu getiriyor çünkü milyonlarca
senaryomuzdan elbet biri mutlu bitiyor. Umut, sahip olmak istediğimiz nesneye karşı hala
belli bir mesafeyi korurken, aslında değer verilen şeyin ulaşılabilir olma ihtimalinin farkına
varmaktır. Yaşamaya biz de çok uzak sayılmayız fakat aradaki ölüm ihtimali bize kaygı
yaratıyor. Kaygısı olmayan bir umudu da düşünmek biraz zor. Zira insan geleceğini
düşünürken bu iki duygu arasında ulaşılabilir hedefler belirleyebiliyor.