Yas
Yazar Dila Hotlar • Psikolog • 23 Aralık 2020 • Yorumlar:
Her bir birey yaşamın doğal gidişi içinde birçok kayıp ya da kayıp tehdidi ile karşılaşabilir. Sevilen birinin kaybı, yakın bir ilişkinin bitimi, organ kaybı, iş kaybı ve vatan/bağımsızlıklar/bir ideal gibi düşünsel/soyut bazı değerlerin kaybı örnek olarak verilebilir. Maalesef son birkaç aydır yaşadığımız pandemi sürecinde de pek çok konuda kayıplar yaşıyoruz. Ancak, ölüm bir sona eriş olması ve geri dönülmezliği nedeniyle bireyin yaşadığı en acı veren kayıp diyebiliriz. Bu sebeple bu yazının asıl noktasını kaybın bu noktası oluşturmakta.
Yaşamın her döneminde bireyler, bir ayrılık ve kaybın ardından normal yas süreci ile yüz yüze kalır. Yas, kayıp yaşayan bireyin yaşamının her alanını ilgilendiren çok boyutlu ve zor bir süreçtir. Ancak bir hastalık değildir; kayba karşı gelişen normal bir tepkidir.
Literatürde sevilen birinin kaybının ardından yaşanan süreci farklı düzeylerde (bireysel, toplumsal ve duruma özgü) yansıtılan üç farklı kavram vardır. Sıklıkla birbirinin yerine kullanıldığı gözlenmektedir ancak kavramsal olarak birbirinden farklıdır. Kayıp yaşama; bireyin sevilen birini yitirmiş olması nedeniyle içinde bulunduğu durumun nesnel ifadesidir. Sürecin toplumsal ya da dışsal bileşenini yansıtır. Matem; birinin ölümünden dolayı üzülmek ve üzüntü yaşanan zamanı tanımlar. Matem, kaybın kültürel yanını temsil eder ve bilinçli ya da bilinçsiz kültürel tepkileri içerir. Yas; ölüm nedeniyle kayıp yaşayan bireylerde, bu kayba verilen uyum tepkilerini yansıtır. Yas kaybedilen kişi ile ilgili tamamlanmamış planları, istekleri, hayalleri ve fantezileri içerir. Bu kavramların hepsinin ortak noktası kişinin verdiğini öznel tepkiler olmasıdır.
Kaybettiğimiz kişinin ardından “yas tutmak” yaşanması gereken doğal bir süreçtir. Kişi yas tutma sürecinde bu kaybını protesto edebilir, normal işlevlerinde (kendine bakım, çalışmak, aile ve sosyal ilişkiler yürütmek gibi) bazı aksamalar görülebilir ve bazı ruhsal sorunlar yaşanabilir. Kişinin hayatına sağlıklı ve işlevsel bir şekilde devam edebilmesi için yas sürecini tamamlaması gerekir. Bu noktada Worden’in Yas Görevleri Modeline bakabiliriz.
Worden’in Yas Görevleri Modeli’nde, yas sürecini belirli evrelerden oluşan bir süreç olarak kavramlaştırmak yerine, yas sürecine uyum gösterebilmesi için yerine getirmesi gereken temel görevleri tanımlanır. Bu modele göre yas sürecinin dört görevi aşağıda tanımlanmıştır;
-
Kaybın gerçekliğini kabul etmek: Kaybı yaşayan kişinin kaybedilen kişinin “öldüğünü ve asla geri dönmeyeceği” gerçeği ile tam olarak yüzleşmesidir.
-
Yas ile oluşan acı üzerinde çalışmak ve duyguları ifade etmek: Sevilen birinin kaybı sonucu oluşan acı hem fiziksel hem de duygusal bir acıdır. Bu acıyı kabullenmek ve yaşamak hem zor hem de önemli bir görevdir.
-
Ölen kişinin bulunmadığı bir çevreye uyum sağlamak: Kayıp yaşayan kişiler, kaybın üzerinden belirli bir zaman geçene kadar ölenin kendi yaşamlarındaki rollerinin farkına değildirler. Bu nedenle yas tutan birey, ölenin hayatında üstlendiği rollerin kaybına ve bunun kendi benlik duygusunda yarattığı değişikliğe uyum sağlaması gerekir. Bireyin bu temel görevi nasıl başardığı yas sürecinin sonucunu belirleyecektir; ya bireyin yaşamındaki değişiklikleri anlamlandırması ve yaşamının amacını yeniden belirlemeye yönelik bir ilerleme ya da çözemediği bir ikilemin içinde mahkûm olduğu ve büyümenin durduğu bir duraklamadır.
-
Duygusal anlamda ölen kişi ile ilişkileri yeniden düzenlemek ve yaşama devam etmek: Yas tutan birey, ölene yönelik uygun bir anı formasyonu oluşturarak, yas sürecinin gelecek yaşam planlarını ve etkinliklerini olumsuz bir şekilde örselemesini engellemek zorundadır. Yani ölen kişi ile ilişkisini sonlandırmaktan ziyade, ölene ait anı ve düşüncelerini duygusal dünyasında uygun bir yere yerleştirip geride kalan yaşamını sürdürebilmesidir. Bu aşama yasın tamamlanmasındaki en zorlanılan görevdir.
Yaşam döngüsünde her birey için yas farklı bir deneyimdir. Bu nedenle kayıp karşısında farklı yas tepkileri verilebilir. Sevilen birinin kaybının ardından gelişen doğal sürecin sonunda bireyler yeni bağlar ve ilişkiler yoluyla yaşamını yeniden yapılandırır. Böylelikle yas, büyüme ve gelişme için bir araç haline dönüşebilir. Buna karşın süreç tersine işlerse, yas süreci tamamlanamaz ve bireyin işlevselliğinde belirgin bozulmalara ile sonuçlanır.
Patolojik yas; kaybın ardından en az altı ay geçmesine rağmen bireyin sosyal ve mesleki yaşam alanlarındaki işlevselliğinin giderek bozulması olarak tanımlanmıştır. Bireyin normal yas evrelerinin birinde takılıp kalması sonucunda yas sürecini tamamlayamaması ile gelişen patolojik tepkilerdir. Yas tutmanın artık ilerlemelerin yerine, stereotipik tekrarlamalar ve iyileşmenin duraklaması görülür. Kayıp sonrası oluşan acı derinleşerek yoğunlaşır.
Kaybın ardından gelişen yoğun suçluluk duyguları, yalnızlık, geçmişteki kayıpların işlenememesi ve önceki bedensel ya da ruhsal sorunlar normal yas sürecini engelleyebilir. Bu süreçte normal tepkiler yerine beklemedik, abartılmış, çok fazla uzamış tepkiler ya da tepkisizlik gelişebilir. Belirtiler genellikle yadsıma ile ilgilidir ve bireyler kaybın gerçekliğini kabul etmekten kaçınmaktadır. Bu süreçte yasın sağlıklı olarak tamamlanabilmesi için yardım almak zorunludur.
Yasın sağlıklı tamamlanıp tamamlanamadığını anlamak ve sürece biraz daha detaylı bakabilmek adına psikanaliz kuramının yas olgusunu nasıl ele aldığına ve yas ve melankoli olgusunu nasıl ayırdığına bakmamız yararlı olabilir. Yaslı bir kişiyle, melankolik bir kişinin sergilediği duygulanımlar, davranışlar, kabaca gözlemlenebilir nitelikte olan dışavurumlar arasındaki benzerlik bugün olduğu gibi geçen yüzyılda da dikkati çeker nitelikteydi.
Yaslı birini gözlemlendiğimizde gördüklerimiz şöyledir: Mutsuz, kederli, hüzünlü, dış dünyaya yönelik ilgisini kaybetmiş, zevk duymayan, yitirdiği nesne dışında herhangi bir şeyi sevme yeteneği kalmamış, durgun biridir karşımızda duran. Onu bu haliyle “normal” kabul ederiz. Çünkü neden böyle olduğunu biliyor ve açıklayabiliyoruzdur; sevilen nesne artık yoktur. Nesneye libidinal yatırımdan henüz vazgeçilmemiştir. Yatırımın sürdürülmesiyle nesne bir süre daha en azından ruhsal düzeyde var olmaya devam eder. Yavaş yavaş yatırımın çekilmesiyle birlikte yas işlemi tamamlanır ve benlik eski haline döner.
Melankolik bir kişide gözlemlediklerimiz aynen yaslı kişideki görünümleri taşır. O da hüzünlüdür, üzgündür, durgundur, sevme ve ilgi duyma yeteneklerini kaybetmiştir, yani o da bir kayıp yaşantısı sergilemektedir. Ancak bazen kayıp duygusu tanınabilir ya da tanımlanabilir nitelikte değildir. Kaybın farkında olma durumu olabilir, ancak Freud’un dediği gibi “kimi yitirdiğini bilip, o kişide neyi yitirdiğini bilememe” söz konusudur. Aradaki fark bununla kalmaz: Melankolik kişi kendini değersiz ve önemsiz görmeye başlamıştır. Ayrıca suçluluk duyguları ve bazen hezeyan düzeyine yaklaşan cezalandırılma beklentileri görülür, benlik ketlenmiştir. Bu noktada Freud farkı çok hoş biçimde tanımlar: “Yasta yoksul ve boş hale gelmiş olan dünyadır, melankolide ise bizzat benlik.”
Burada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır: Nasıl nesne kaybı bir benlik kaybına dönüşmektedir? Melankoliğin abartılı bulabileceğimiz ve sakınmadan dile getirdiği dikkatimizi çeken kendine yönelik eleştirilerinde, biraz dikkatle dinlediğimizde sözcükler arasına gizlenmiş de olsa yakınlarındaki sevilmesi gerektiğini düşündüğümüz bir nesne ile ilgili özelliklerin dile geldiği görülür der Freud. Yani kendisiyle ilgili söylediği değersizleştirici her şey temelde başka biri hakkındadır. Çekilen libidinal yatırım başka bir nesneye yönelmemiş ve benliğe alınmıştır. Libido serbest kalamamış ve terk edilen nesneyle özdeşleşmede kullanılmıştır. Yani terk edilen ve kaybedilen nesne bir anlamda benliğe alınmıştır. Bu yüzden de nesneyle ilgili kayıp benlikle ilgili gibi yaşanmaktadır.
Özdeşleşmede de temel mekanizma nesnenin özelliklerinin benliğe katarak yani bir anlamda onu içe alarak ona benzemektir. Böylece terk edilen ya da kaybedilen nesnenin içe alınmasıyla ve dolayısıyla özdeşleşme ile nesne artık benliğin bir parçası haline geldiğinden, nesne kaybı benlik kaybına dönüşmektedir. Yani melankolik içeriden kaybetmektedir.
Nesne kaybının nasıl benlik kaybı gibi yaşandığını anlamış olsak da cevaplanmayı bekleyen bir ikinci soru bulunmakta; neden nesneyle özdeşlemiş benliğe bu kadar gaddar davranıldığı sorusunu da yanıtlamazsak bu kısım eksik kalacak. Bu noktada psikanaliz kuramındaki bir başka temel kavramla yeniden buluşmamız gerekiyor; Çifte değerlilik (ambilavance). Çifte değerlilik aynı nesne üzerinde hem sevgi hem de nefret duygularının bir arada olduğu bir durumu tanımlamada kullandığımız bir sözcüktür. Çifte değerlilik nesne ile ilişkide hem ona duyulan ihtiyaç hem de ondan beklentilerin karşılanmaması ile bağlantılı düş kırıklıklarının belirgin hale getirdiği; kökenlerini yaşamın erken evrelerindeki anne-çocuk ilişkisine dek izleyebildiğimiz bir duygulanım.
Melankolide de nesne ilişkileri ile ilişkide yaşanan düş kırıklıklarının böyle bir çift değerliliği harekete geçirdiğini varsayabiliriz. Böylece nesneden vazgeçildikten ya da nesne kaybedildikten sonra çift değerlilik aktif hale gelmiş ve nesneye saldırı başlamıştır. Ancak az önce sözünü ettiğimiz düzenekle nesneye özdeşleşme gerçekleştiğinden yani nesne içe alındığından ve benliğin bir parçası haline geldiğinden sadizm benliğe yöneltilmiştir.
Yas sürecinin kişiye özgü olduğundan ve nasıl ele alınacağını ve kişinin bu süreci nasıl yaşayacağı kişisel öykü, kişilik örgütlenmesi, kaybedilen kişinin yakınlığı, kaybın nasıl gerçekleştiği gibi pek çok nokta sebebiyle farklılaşıyor. Bu sebeple hangi noktada psikolojik destek almak gerekiyor, hangi nokta yasın olağan süreci ayırmak yararlı olabilir diye düşünüyorum. Genel olarak aşağıdaki maddelerden birden fazlasını yaşadığınızda bir ruh sağlığı uzmanından destek almanız süreci daha sağlıklı geçirmenize yardımcı olabilir;
-
Kişi kaybı ilk zamanlarda olduğu gibi uzunca bir süre inkâr ettiğinde ya da bastırmak
-
Kayıp hakkında konuşurken çok ağır ve duygusal tepkiler vermek
-
Kaybı hatırlatan herkesten ve her şeyden kaçmak
-
Üzerinden uzunca bir süre geçmesine rağmen ölen kişi hakkında konuşurken yaşıyormuş gibi şimdiki zaman dilini kullanarak bahsetmek ve gerçekten de öyle hissetmek
-
Kaybedilen kişilerin eşyalarını/odasını uzun süre saklamakta direnmek
-
Kayıp konusunu sürekli gündeme getirmek ya da hiç olmamış gibi bahsetmek
-
Kayıptan sonra gündelik hayat işlevlerini yerine getirmekte zorlanmak
-
Madde, alkol kötüye kullanımı, şiddet gibi kendine ya da başkalarına zarar verebilecek davranışlarda bulunmak
-
Mezarlığa gitmek, dini ritüeller gibi süreçlerden kaçınmak