Yeme Sorunları
Yazar Şule Üzümcü • Psikolog • 14 Mayıs 2020 • Yorumlar:
Yemek, sadece yaşamı sürdürme amaçlı değildir. Duygularla, kendilik temsilleri ve sosyal ilişkilerle çok yakından ilişkilidir.
İlk psikanalitik kuramlarda, anneyle olan erken dönem ilişkiler içerisinde beslenme önemli bir yer alır. Bu kuramlara göre, bebekler emme içgüdüsüyle dünyaya gelmekte ve anne, ağızla ilgili hazların karşılanmasında ön planda olduğu için, bağlılık anneye karşı gelişmektedir (Bayhan ve Artan, 2004). Bebek her ağladığında, buna besleme ile cevap verilirse, bebek yiyeceğin rahatlatıcı bir rolü olduğunu öğrenebilir. Diğer fiziksel ihtiyaçları varken, bebeğin beslenmesi, onu kendi bedenine yabancılaştırabilir ve bu durum onun acıkma ve doyma durumunu anlamasını engelleyebilir (Orbach, 1998). Ebeveynler, çocuklarının asıl gereksinim ve isteklerini fark etmediklerinde, onların ne zaman acıkacağı veya doyacaklarına kendileri karar verebilirler. Bu şekilde davranılan ve yetiştirilen çocuklar da, kendi içsel durumlarını ayırt etmeyi öğrenemez. Ayrıca, çocuk, aşırı yeme davrnaşını, gerginlik ve endişeyle baş etme aracı olarak da ebeveynlerinden öğrenebilir. Yeme tutumlarında bozulmalar, yetiştirilme biçiminden kaynaklı kendi içsel durumlarını ayırt edemeyen ve özgüven geliştiremeyen çocukların, yetersizlik ve güçsüzlüklerini saklamaya yönelik bir durum olarak nitelendirilmektedir. (Bruch, 1982, akt., Sart, 2008).
Son yıllarda ‘emosyonel yeme’ kavramının ortaya çıkmasıyla birlikte yemek yemenin, bireyin kendisini ifade etmesiyle ilgili olduğu fikri kabul görmeye başladı. Kavramsal olarak, bireylerin duygularıyla baş etme yolu olarak besin alımını kullanması emosyonel yeme olarak tanımlanıyor. Daha önce yeme bozuklukları içerisinde değinilen bu kavram, artık ayrı bir mesele olarak ele alınıyor. Emosyonel yeme, olumsuz duygulanımla baş etmek için kullanılan psikolojik bir destek olarak düşünülmektedir. Bireyler, yoğun bir duygu durumu içerisindeyken, bu duygularının ne ifade ettiğini anlamakta güçlük çekerlerse, bu duygu durumuyla baş edemeyeceklerini düşünebilirler. Duygularını ifade etmekte zorlanan bireyler de, yaşadıkları rahatsız edici durumdan, besinler aracılığıyla dikkatini dağıtarak kaçınabilmektedir (Serin ve Şanlıer, 2018).
Yemek yemenin fizyolojik ve psikolojik boyutu olarak ele alınması ve bölünmesi, meselenin bütünüyle anlaşılmasının önüne geçebilir. Bu noktada, tanı ve başlık olarak ayırmak ve kategorilendirmek yerine varoluşçu psikoterapiye başvurmak meseleyi bütüncül olarak ele almak ve anlamlandırmak açısından çok kıymetli gözüküyor. Varoluşçu yaklaşımda, yemek yeme bireyin dünyada var olma haliyle yakından ilişkilendirilmiştir. Yani, kişinin dünyada var olma haliyle ilgili yaşadığı zorluklar, yeme sorunlarını anlamamızda çok yardımcı olacaktır. Bu açıdan baktığmızda, ölüm, sonluluk gibi dünyada hepimizin tabii olduğu sınırlılıklar, hayatımızdaki seçimler ve sorumluklarımız, ve bireyin diğerleriyle olan ilişkide yaşadığı zorluklar, bireyin kendi bedeni üzerinde gerçekleştirebildiği besin alma ya da reddetmeyle kontrol altına alınabiliyor. Dünyada var olmamızın en somut hali olan bedenimiz üzerindeki bu kontrol, diğer bütün alanlardaki kontrol algısını beraberinde getiriyor. Yemek/yememek, ilişkisel dünyada bir çok şeyi temsil ediyor olabilir. Özlem duyulan sevgiyi, kavuşulamayan nihai huzuru, güvenilir bir arkadaşı… Dünyada var olma halimizle ilişkilendirirken kastedilen dünyada diğerleriyle bir arada olma haline verilen cevap olmasıdır. Diğerlerinin kişiden beklentisi-lerini birey yemek yiyerek ya da yemeyerek karşılamaktadır. Aynı zamanda, yemek/yememek kişinin kendilik algısıyla ilgili başarısızlık, suçluluk gibi duygularından kurtulmaya yönelik bir eylem olarak gerçekleştirilebilir. Duygusal yeme olarak nitelendirilen alan da aslında bu temalar etrafında kavramsallaştırılmıştır. Bu noktada, varoluşçu bakış açısı bu ayrımların tam aksine, fiziksel ve psikolojik olanın birbirinden ayrılmadığını savunur. Psikolojik güdüler ve bedensel eylemler birbiriyle örtüşür ve sezilemez bir şekilde birbirleriyle ilişkilidirler (Schneider ve Fitzgeral-Pool, 2005).
Bazı danışanlar, yemeğin kendilerini çağırdığını söylerler. Aslında, yemeği varoluşsal kaygılarını dindirmek için kullanmaktadırlar. Yemeğin, benzer şekilde bir tapınma ve haz olarak görüldüğü durumlarda ise bireyler, deneyimledikleri zorlukların ve sorunların sorumluluğunu almakta zorlanmaktadırlar. Stresli zamanlarda bir teselli aracı olarak kullanılan yemek ise, ilişkilerde olanın aksine herhangi bir geri karşılık beklemeksizin bireyi rahatlatır. Yaşamın belirsizliği, yalnızlık ve çaresizlik duygularıyla baş etmek , yaşamın doğasındaki sınırlılıklara karşı kontrol algısı hissetmek, başkalarını memnun etmek, dolayısıyla yalnız kalma korkusundan uzaklaşmak gibi bir çok farklı sebep ve anlamla yemekle olan ilişkimiz açıklanabilir.
Yemek, suçlu hissetme ve kendini cezalandırma döngüsüyle de yakından ilişkilendirilir. Birey, uygun olmayan davranışlarda bulunduğunu düşündüğü için yemeği kendini cezalandırma aracı olarak kullanabilir. Bu kişiler, çok fazla yeme, suçluluk ve daha fazla yeme döngüsünde tıkanıp kalabilirler. Varoluşsal açıdan, bu durum seçme özgürlüğümüz ve sorumluluklarımızdan kaçmanın bir yolu olarak değerlendirilir (Schneider, 1990).
Bu değerlendirmeler bağlamında kişinin kendisine, yemek yemenin /yememenin hayatında nasıl bir yeri olduğunu, nasıl haz ve huzur kaynağı olabildiğini ve tatmin sağladığını sorması önemlidir.